Yer nedir ne demektir? Yer ile ilgili deyimler ve anlamları

Güncellenme: Soru/Yorum: 0
Mavi gökyüzü, yeryüzü, dağlar, yeşil çayırlar ve ovaların görüldüğü oval balık gözü tekniğiyle çekilmiş yüksek rakımlı bir manzara resmi
Yer (yeryüzü)

  1. Bir şeyin bulunduğu, konulduğu, yapıldığı uzay (boşluk) ya da alan parçası: Bu koltuğa yer kalmadı. Pazaryeri. İşyeri. Bu oyuncak yerinde bin liradır.
  2. Yer sözcüğü, kullanıldığı cümleye göre "şu ya da bu işe ayrılmış yer" anlamına gelir: İlk açılacak yere (göreve) siz tayin edileceksiniz. Hastanede yer (yatak) yok. Yerimiz (evimiz) geniş, bu gece bizde kalın. Otelde yer (oda) varmıymış sordun mu?
  3. Ayaklarımızın altında serili bulunan her şey, gezinilen, ayakla basılan: "Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı, / Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı." (İstiklal Marşımızdan)
  4. Önem: Teknolojinin hayatımızdaki yeri gün geçtikçe artıyor.
  5. İz: Dikiş yerleri belli oluyor. Yüzünde çıban yeri var.
  6. Görev yeri: Müdür yerinde değil.
  7. Durum, konum: Senin yerinde olmak istemezdim.
  8. (coğrafya) Yerküre: İnsanlar yer üzerinde artıp çoğaldıktan sonra...
  9. Toprak: Bu bitki susuz yerde yetişmez.
  10. Yaşanan, yurt edinilen toprak ya da kent: Anadolu'nun bazı yerlerinde ağaca 'dal' denilmektedir. (N. Çağlar)


Yer ile ilgili deyimler ve anlamları


İçinde "yer" kelimesi geçen deyimler, açıklamaları ve örnek cümleler:

  • Yer açmak: Sıkışarak bir kimseye yer vermek: Öteye doğru kaydı ona yer açtı. (A. H. Haksal)
  • Yer almak:
    1. Bir topluluğu oluşturanlar, bir işi hazırlayanlar arasında bulunmak: Vakfın kurucuları arasında yer aldı.
    2. Adı geçer olmak, adı kaydedilmiş olmak: Yaramazlık yapanlar listesinde onunda adı yer alıyordu.
  • Yer bakır gök demir kesilmek: Tamamen tükenmek, bitmek, yoksul duruma düşmek: Dallar meyvesiz, ekinler başaksız kalmış; otlar kurumuştu. Adeta yer bakır, gök demir kesilmişti. (M. Uslu)
  • Yer bulmak:
    1. Oturacak yer sağlamak: Uçakta yer bulmak için epey koşturup zahmetlere girmişti. (C. Kılıççıoğlu)
    2. Bir kimse bir işe, görev yapacağı bir yere yerleşmek.
  • Yer değiştirmek: Bulunduğu yerden bir başka yere geçmek: Kim var kim yok hepsi peşine düşmüştü. Aynı yerde uzun süre kalmıyor, sürekli yer değiştiriyordu. (J. Paçal)
  • Yer demir, gök bakır: (deyiminin anlamı) Hiçbir yardım görme olanağı ve umudu kalmayan durum: Yaşar Kemal'in "yer demir gök bakır" dediği günler eskidendi, şimdi "yer arsız gök acımasız"dı. (Ç. Babacan)
  • Yer etmek:
    1. İyice yerleşmek, yerleşip kalmak: Bu fikir bende iyice yer etti.
    2. İz bırakmak: Hafızam da yer etti.
  • (birini) Yer kabul etmez: Çok günahkar olanlar için söylenir: "Elini baba kanına boyarsan yer kabul eder mi seni?" diyen bir ses uğuldadı kulaklarında. (K. Bilbaşar)
  • Yer kaplamak: Önemli bir hacim tutmak: Zaten çok yer kaplıyordu ama o yine de baş köşeye koymuştu buzdolabını. (Genç D.)
  • Yer kapmak: Kalabalık içinde kendine yer bulmak: Yer kapmak için düğün salonuna erkenden gitmişti.
  • Yer öpmek: Saygısını göstermek için bir büyüğün önünde eğilmek, onlara yönelerek yere kapanmak: Sultan, halifenin önünde yer öptü. (M. A. Köymen)
  • Yer tutmak:
    1. (Eşya) Kendisine ayrılandan fazla bir alanı kaplamak: Kayıp Mallar Müdürlüğü'ne gelen eşyalar arasında en çok oyuncaklar yer tutuyordu. (O. Özbaş)
    2. Kendisi ya da yakınları için önceden yer ayırmak (ayırtmak): Böylece Leyla'nın yer tutmak için erken geldiğini anlamış oldum. (N. Serimoğlu)
    3. (Kişi) Önemli bir mevkide bulunmak, işlevi ve etkisi olmak: Kureyşliler içinde seçkin bir yer tutmuştu ve "Muhammedü'l - Emîn" diye şöhret bulmuştu. (M. E. Düzdağ)
  • Yer vermek:
    1. Kendi yerini bir başkasına bırakmak: Birkaç kişi yaşlılara yer verdi. (Kolektif)
    2. Önemini belirtmek, önemli saymak, saygı göstermek: Eserin ilk sayfasında besmele ve Rasulullah'a salat ve selamın ardından "Euzubillahimineşşeytanirracim" cümlesine yer vererek hemen devamında bu cümlenin iş'ari izahını yapar. (M. Ulu)
    3. Önemli bir görev vermek: İslam fıkhına yakından aşina olan ulemaya devlet yönetiminde yer veriyorlardı. (Z. Kazıcı)
    4. Söz etmek, değinmek, konu edinmek: Şiirlerinde hep İstanbul'a yer verdi (N. Çetin). Öykülerinde aşka daha fazla yer verir. (Kolektif)
  • Yer yarılıp içine girmek:
    1. Yitirilip bir türlü bulunamamak: Yer yarılıp içine girdi sanki. Ne kendi göründü ortalıkta; ne de nereye gittiğini bilen biri vardı...
    2. Utancından yerin dibine geçmek: Sözleriyle sanki yer yarıldı da içine girmiştim.
  • Yer yerinden oynamak: Ortalık allak bullak olmak, bir olay toplumda büyük tedirginlik yaratmak: Alp Arslan, ordusunun başında ülkeye girdiğinde sanki yer yerinden oynadı. (Y. Dursun)
  • Yerde kalmak: Saygı görmemek, yüzüne bakılmamak: "Nimet yerde kalmaz evladım!" diye üsteledi adam. (N. Güngör)
  • Yerden alıp gökte yemek: Herkese yukarıdan bakmak, çalımından geçilmemek, astığı astık, kestiği kestik olmak: Başının üstünde bir yeni, bir acayip yeller esmektedir. Yerden alıp gökte yemektedir. (F. Erdinç)
  • Yerden bitme:
    1. Kısa boylu: Uzun boylu kadın iyice bozulmuştu bu yerden bitme kadına... (O. Komurcu)
    2. Türedi: Yerden bitme demokratlar bunlar, yerden bitme...
  • Yerden bitmek: Birden bire ortaya çıkmak, birden peyda oluvermek: Kâfir çeteleri mantar gibi yerden bitiverdi. (S. Erol)
  • Yerden göğe kadar: Pek çok: Sen yerden göğe kadar günah işlemiş olsan da, O'nun (c.c.) affı daha büyüktür. (A. Uzun)
  • Yerden yere çalmak: Çok hırpalamak: Beni keçe gibi yerden yere çaldı. Nasıl oldu da kemiklerim kırılmadı. Nasıl oldu da etlerim dökülmedi. Nasıl oldu da hâlâ yaşıyorum!.. bilmiyorum. (Y. K. Karaosmanoğlu)
  • Yerden yere vurmak: Birine çeşitli yönlerden saldırarak onu çok aşağılatıcı bir duruma sokmak: Ama o, Resûlullah'ın soyuna söz getirmeden, Mekkelilerin bozuk inançlarını yerden yere vurdu. (M. Y. Kandemir)
  • Yere bakan yürek yakan: Uysal ve uslu göründüğü halde alttan alta dolap çeviren: Vay Ünzile karısı, demek yere bakan yürek yakan bir tilkiymiş ha? (E. Ş. Can)
  • Yere bakmak: (İhtiyarlar için) Ölümü yakın olmak: Durumu gün geçtikçe ağırlaşıyor, artık yere bakıyor anlayacağın.
  • Yere baktırmak: Utandırmak, mahcup etmek: Kendisine inanıp bağlananları yere baktırmadı. (N. Kösoğlu)
  • Yere batasıca! (Yere batsın!): Yok olsun! Ölsün!: O yere batasıca oğullarıyla kayınları adamı öldürmeye çalışıyorlardı. (B. Öner)
  • Yere batmak:
    1. Yok olmak: Karun, hazineleriyle yere battı. Derler ki: Îsâ (s.a.v.), yoksulluktan göğe çıktı, Karun akılsızlıktan yere geçti. (Mesnevi-i Manevi Şerhi)
    2. Çok utanmak, mahcup olmak.
  • Yere çalmak: Yere atmak, yere fırlatmak: Bereli adam öfkeyle başındaki bereyi yere çaldı. (M. Savaş)
  • Yere göğesığdıramamak (koyamamak): Nasıl ağırlayacağını nasıl memnun edeceğini bilememek, çok itibar ve değer vermek: Deli gibi vurgundu karısına, onu yere göğe sığdıramıyordu. (T. Yücel)
  • Yere kapanmak:
    1. Yüzü koyun yere düşmek: Yumruğu yemesiyle yere kapandı. (K. Tahir)
    2. Saygı belirtisi olarak yere kadar eğilmek: Son bir gayretle ilerledi ve huzura varır varmaz yere kapandı. (B. Büyükarkın)
  • Yere sağlam basmak: Titiz ve dikkatli davranmak: Öyle kolay kolay risk almazdı, ayağını yere sağlam basmak isterdi. (S. Öngider)
  • Yere sermek: (Birini) Yenmek, alt etmek, öldürmek: İki düşman askerini yere serdi, yaralandığını hissetti. (A. E. Kavaklı)
  • Yere vurmak: Kötü bir duruma sokmak, yenmek, alt etmek: Rakibini havaya kaldırdı ve yere vurdu. (B. Bozkurt)
  • Yere yığılmak (yıkılmak): Yere düşmek: Kendinden geçerek, baygın düşüp yere yığılıverdi. (S. Uludağ)
  • Yeri başka: Daha fazla, daha başka, daha çok değeri olan, önemi olan: Onun yeri başkadır.
  • Yeri cennet olsun: Hayır dua sözü olarak söylenir: Ak perçemli anan ile ak sakallı babanın yeri cennet olsun. (A. Kıraç)
  • Yeri değil: Zamanı uygun olmayan şeyler için söylenir: "Şimdi yeri değil! Yarın otelde uzun boylu görüşürüz!" dedi. (K. Tahir)
  • Yeri gelmek: Sırası gelmek, zamanı uygun olmak: Hazır yeri gelmişken şunu da bilmende fayda var.
  • Yeri göğü ben yarattım demek: Çok gururlanmak, kendini üstün görmek: Elinde çay bardağı olduğu halde çevrede, "Yeri göğü ben yarattım" dercesine kasılarak dolaşıyordu. (H. Dönmez)
  • Yeri göğü birbirine katmak: Büyük bir heyecan, korku, telaş yaratmak: Bizimle savaşmak için gelmiş, yeri göğü birbirine katacak (M. N. Lugal). Geç kalırsam babam çok sinirlenir, yeri göğü birbirine katar. (B. Avunç)
  • Yeri göğü inletmek: Yüksek sesle ve olanca güçle söylemek: "Allahü Ekber" sesleri yeri göğü inletti.
  • Yeri olmak:
    1. Uygun olmak: Yüzü madem ki onun yüzünü andırıyor, bin kez öldürse beni, yeridir! (A. T. Oflazoğlu)
    2. Sırası, uygun zamanı olmak: "Bekle ve gör" sözünün tam yeriydi şimdi. (B. N. Şimşir)
    3. Saygınlığı olmak: Hepsinin ayrı ayrı yüreğimde yeri var; öğrencim olsun, olmasın. (T. Çelebi)
  • Yeri öpmek: (alay yollu) Yere devrilmek, yere düşmek, yere kapaklanmak: Bir tokat, bir tokat daha, yeri öptüm... Kalktım, duvarı öptüm, ayaklarımı başımın, başımı ayaklarımın yanında gördüm... (M. İzgü)
  • Yeri soğumadan: Ayrılalı çok olmadan: Yeri soğumadan yine gelecektir. (N. Tektaş)
  • Yeri var: Uygundur, iyidir: Sen delisin desen bana yeri var. (V. Kahveci)
  • Yeri yurdu belirsiz olmak: Belli bir yeri olmamak: Kimsenin tanımadığı yeri yurdu belirsiz bir adamla gitmesi için deli olmalıydı, zırdeli... (B. L. Bahar)
  • Yeridir: "Layıktır, uygundur, münasiptir" anlamında kullanılan bir söz: Haklısın, ne söylesen yeridir.
  • Yerin dibine geçmek (batmak, girmek): Çok utanıp sıkılmak, kimsenin yüzüne bakamaz durumda olmak: Utancımdan kızarıp yerin dibine geçtim. Soluğum kesildiğinden bir cevap veremedim. (K. Bilbaşar)
  • Yerinde bulmak: Doğru olduğunu kabul etmek: Bu sözleri yerinde buldu ve geri döndü. (R. Balcı)
  • Yerinde duramamak:
    1. Bir eylemi yapmak için sabırsızlanmak: Hayri, yerinde duramıyordu: — Eee, artık dağıtılsın şu şekerlemeler, diye zıpladı yerinde.
    2. Sürekli kıpırdamak: "Çok yaramaz, hiç yerinde duramıyor... Bu çocuk kıpır, kıpır." (O. Abalı)
  • Yerinde kalmak:
    1. Başka yere gitmemek: Kitaplık hep yerinde kaldı. Hatırası var diye bugüne kadar sakladık. (Okur D.)
    2. Makam veya aşama değişmemek: Bir türlü görevinden ayrılmıyor, yerinde kalmak için direniyordu. (M. Kemal)
  • Yerinde olmak:
    1. Uygun olmak: Koyduğum tanı tam yerindeydi. (G. Gencer)
    2. Tamam olmak, iyi durumda bulunmak: Sağlığı yerindeydi. (İ. İ. Turan)
  • Yerinde saymak:
    1. Olduğu yerde ilerlemeden yürür gibi adım atmak: Durmak yasaktı, herkes yerinde sayıyordu. (A. K. Yaşargün)
    2. (mecazi) Bir işte ilerleme sağlayamamak, gelişememek: Hep yerinde saydı. Hep. Ne varsa olduğunca kaldı. (Türk dili)
  • Yerinde su çıkmak: Haklı bir neden olmadan yerini bırakmak isteyenlere "yerinde su mu çıktı?" biçiminde çıkışma yollu söylenir: "Nereye gidiyorsun! Ye iç yat, otur oturduğun yerde, yerinde su mu çıktı" demişti. (Y. Z. Bahadınlı)
  • Yerinde yeller esmek: Artık bulunmamak, yerinde görülmez olmak: Doğduğum evin yerinde yeller esiyordu. (N. Berkes)
  • Yerinden etmek: (Birinin) İşinin elinden alınmasında, görevinden ayrılmasında rolü olmak: Ne yapmış etmiş müdürü yerinden etmişti.
  • Yerinden fırlamak: Oturduğu yerden hızla kalkmak: Fehmi, bir hamleyle yerinden fırladı ve Galip'in yakasından yapıştı. (A. Soysal)
  • Yerinden olmak: İşi, görevi elinden gitmek: Şimşekleri üzerine çekti. Yerinden oldu. İki kez tayini çıkarıldı. (Y. Kamacıoğlu)
  • Yerinden oynamak:
    1. Kımıldamak, yerinden ayrılmak: Halk taşkın sel gibi yerinden oynadı. (A. İnan)
    2. Devam eden durumu değişmek: Bizzat Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem teşrif edince Medine yerinden oynadı. (S. Dana)
  • Yerinden oynatmak:
    1. Başka yere kaldırmak, kımıldatmak: Büyük bir çabayla kayayı yerinden oynattı ve mağarayı açtı. (C. C. Çevik)
    2. Heyecanlandırıp ayağa kaldırmak: Her nereye gittiyse kalpleri yerinden oynattı ve insanların içinde inkılâp meydana getirdi. (Y. Töre)
  • Yerine geçmek:
    1. (Biri) Görevinden ayrılan birinin yerini almak, onun görevini üstlenmek: Müdür yokken vekili onun yerine geçti. (Haşimoğlu)
    2. (Bir şey) Bulunmayan bir nesnenin yerine kullanılabilir nitelikte olmak: Fakat güzel söz söylemek de sadaka yerine geçer. (M. Z. Kotku)
  • Yerine gelmek:
    1. Geri dönmek: Sağlığı yerine geldi.
    2. Yapılmak, olmak: İsteğiniz yerine geldi.
  • Yerine getirmek:
    1. Yapmak, ifa etmek: Emriniz yerine getirildi.
    2. Eski durumuna veya yerine döndürmek: Masayı önceki yerine getirdi.
  • Yerine koymak:
    1. ... gibi görmek, saymak: Onu adam yerine koydum.
    2. Başkasını bulup almak: Kaybolan kitabımı yerine koyamadım.
  • Yerine oturmak: İyi yerleşmek, konduğu yere uygun gelmek: Bu parça orijinal gibi yerine oturdu.
  • Yerini almak: → Yerine geçmek.
  • Yerini bulmak:
    1. Yerine gelmek: Ama ilahi adalet yerini buldu. Zira ilahi adalette zamanaşımı yoktur. (E. Üner)
    2. Kendine yakışan yeri bulmak: Makinelinin başına geçti. Yerini bulmuştu artık.
  • Yerini doldurmak:
    1. Görevinin gerektirdiği bilgi, beceri, yetenek vb. niteliklere sahip olmak: Hareketlerine, ölmüş annesinin evdeki yerini doldurmuş en büyük kızdan beklenilen ağırbaşlılık ve ciddiyet hâkimdi.
    2. O görevde kendinden önceki görevli kadar başarılı olmak: İşlerindeki vukufu ile babasının yerini hakkıyla doldurdu. (H. Çevik)
  • Yerini ısıtmak: Bir yerde uzun zaman kalmak: Fedâi Müfrezesi daha yerini ısıtmıştı ki, Halil Bey, Hicaz'da Arap isyanını bastırmak üzere hazırlanan bir alaya komutan tayin ediliverdi. (İ. Kara)
  • Yerini sevmek (beğenmek): Bitki bulunduğu ortamı gelişmesine çok uygun bulup hızla ve güzel bir şekilde büyümek: Bir ağaç bile yerini sevdi mi, güzel büyür. İnsana yeşil yeşil bakar. Yerini seven ağacın meyveleri de olgun ve dolgun olur. (İ. A. Çubukçu)
  • (bir şeyin) Yerini tutmak: O şeyin yerine geçebilmek: Boncuk, cennet incisinin yerini tutar mı? (Mesnevi)
  • Yerle beraber: Yer düzeyinde, yerden yüksek olmayan, yer hizasında olan: Şimdi evin yerle beraber olan katı bahsine gelelim.
  • Yerle bir (yeksan) etmek (olmak): Temeline kadar yok etmek: "Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti" (Arâf, 143)
  • Yerle gök bir olsa: "Sonu ne olursa olsun" anlamında her şeyin göze alındığını anlatır: Yerle gök bir olsa elimden kurtulamazsın. (A. Püsküllüoğlu)
  • Yerlerde sürünmek: Çok perişan, acınacak ve karmakarışık bir durumda bulunmak: Kederden inledi, mücrimler gibi yerlerde süründü.
  • Yerlere kadar eğilmek: Aşırı saygı göstermek: İmparatorun önünde yerlere kadar eğildi.
  • Yerlere geçmek: Çok utanıp sıkılmak: Sıkıldıkça sıkıldı, yerlere geçti hicâbından (Eşref)
  • Yerleri süpürmek: (Etek, paça, saç) Çok uzun olmak: Pembe atlastan elbisesinin etekleri, yerleri süpürüyordu. (Y. Öztuna)
  • Yerli yerinde olmak:
    1. Uygun, yakışır olmak: Adalet, her şeyi yerli yerine koymaktır. (E. Ergül)
    2. Eskiden olduğu yerde bulunmak: Sonsuz bir gök boşluğunda yıldızlar yerli yerindeydi. Ay yerli yerindeydi. (H. Alptekin)
  • Yerli yerine oturmak: Uygun düşmek: Her söylediği cümle anlamlıdır, yerli yerine oturur. (A. Muhteremoğlu)
  • Yersiz yurtsuz kalmak: Barınacak bir yeri bulunmamak, oturacak yeri olmamak: Suphi sokak ortasında yersiz yurtsuz kalmıştı. (N. Nazım)
  • Abdestsiz yere basmamak: Dini kurallara titizlikle bağlı olmak: Melek Paşa, hiçbir zaman abdestsiz yere basmazdı. Teheccüd ve işrâk-ı ebvâbîn namazlarını kılıp ömrü devamlı Davud orucu ile geçerdi. (Evliya Çelebi)
  • Adam yerine koymak: Varlığını kabul etmek (→ Adamdan saymak): Ama kabahat bende, seni adam yerine koydum, insan gibi davrandım. Yüzüne güldüm, hatırını sordum. (G. B. Aygün)
  • Âdet yerini bulsun diye: "Gerekli görüldüğü için değil, yalnız alışılmış olduğu için" anlamında kullanılan bir söz: Seyirciler sıkılıyordu, âdet yerini bulsun diye alkışlıyorlardı. (G. Aytaç)
  • Ağzı burnu yerinde: Oldukça güzel, yakışıklı: Ağzı burnu yerinde, dili bacımınkine yakın, hanım hanımcık bir şeydi. Onun da gönlü vardı. (F. Erdinç)
  • Ağzının içi yangın yerine dönmek: Ağzının tadı bozulmak, tat alma duyusunu yitirmek: Çölde günlerce susuz kalmış gibi dudakları çatlamıştı. Ağzının içi, yangın yerine dönmüştü. (Y. Bahadıroğlu)
  • Ahı yerde kalmamak: Yaptığı ilenme, beddua er geç etkisini göstermek: Haksız yere dövülen mazlumun ahı yerde kalmaz, Allah'ın adaleti yerini bulur. (H. Alptekin)
  • Ahını yerde koymamak: Öcünü almak: Allah ahı yerde koymaz. Anana, babana yaptığı zulmü alacak ondan. Sağ olan görür her bir şeyi.. (A. Sayar)
  • Ahmak yerine koymak: Bir kimseye aptalmış, anlamazmış gibi davranmak: Kandırdı, oyuna getirdi ve ahmak yerine koydu.
  • Aklı başka yerde olmak: Başka şeyler düşünmek: Gözleri televizyona bakıyordu ama aklı başka yerdeydi. (H. Algül)
  • Aklını başka yere vermek: Üzerinde konuşulan konudan başka bir şey düşünür olmak: Aklını başka bir yere vermesi gerekiyordu. Onu mutlu edecek bir şeyleri düşünmeye çalışıyordu. (B. Eyüboğlu)
  • Anası yerinde: Anne gibi kabul edilen (kadın): Hayriye neden bu kadar nankörlük etti? Anası yerinde olan kadına nikâhtan sonra bir el öpmeye gidilmez miydi? (S. Öngürü)
  • Aptal yerine koymak:
    1. Hiçbir şeyden anlamaz, bilmez sanmak: Beni aptal yerine koydu. Yarın gezdireyim seni derken yalan söylüyordu. (M. Sertbarut)
    2. Birine aptal gözüyle bakmak: Herkes beni aptal yerine koyuyor. Sanki bilmiyorum. (M. Yalçın)
  • Arkası yere gelmemek: Sarsılmamak, orunundan düşürülememek, sırtı yere gelmemek: Oğul, koruması Allah olanın arkası yere gelmez. (D. D. Şinel)
  • Ayağı yere basmamak: Sevinçten uçuyormuş gibi olmak, çok sevinmek: O gönüller süsleyen güzeli gördükçe, Malik'in sevinçten ayağı yere basmıyordu. (Beşinci Taht)
  • Ayakları yere değmemek: Çok sevinmek: Namaz çıkışı Türkmenlerin sevinçten ayakları yere değmiyordu. Artık başlarına onları kardan, yağmurdan, düşmandan koruyacak bir çatı kurulmuştu. Allah'a şükrediyorlardı. (G. Maraş)
  • Ayaklarını yerden kesmek:
    1. Bir taşıta binerek yürümekten kurtulmak: Dört tekerim de olmadı bugüne kadar, / Ayaklarımı yerden kesecek (R. Ilgaz)
    2. (mecazi) Çok mutlu olmak: Benim seni sevmem, âşık olmamın yanında senin sevginin beni alıp götürdüğünü, ayaklarımı yerden kestiğini gördüm. (H. Drama)
    3. (Güreşte) Rakibinin beline sarılarak havaya kaldırmak: Kündeye el attı ve yüklendiği gibi rakibini kaldırıp ayaklarını yerden kesti. Bilahare bir daha zorladı ve çevirip sırtını yere vurdu. (F. Türkoğlu)
  • Baş üstünde yeri var: "Büyük bir saygı ve ilgi ile karşılanır veya ağırlanır" anlamında kullanılan bir deyim: Bir harfine kırk yıl köle olunur / Baş üstünde yeri var öğretmenin / Nefesinden bol bol ilim solunur / Öğrencide teri var öğretmenin (S. Kaba)
  • Başı üstünde yeri olmak: Her zaman iyi karşılamak, ağırlamak, saygı duymak ya da yeğlemek gibi anlamlarda kullanılır: Her neyse, geldin ya, ne için gelirsen gel, başım üstünde yerin var. (Y. Kemal)
  • Başını bir yere bağlamak: Birini bir işe koyarak avarelikten ve boş gezmekten kurtarmak: Fakat manevi sıkıntılarım devam edip duruyordu. Valide, bunun çaresini kendi tabiriyle başımı bir yere bağlamakta buluyordu. (B. N. Kaygusuz)
  • (birinin) Bıraktığı (bağladığı) yerde (çayırda) otlamak: Uzun süredir hiçbir ilerleme veya değişim gösterememek: Sen böyle öğreniyorsan kıyamete kadar bıraktığım yerde otlarsın. (B. Büyükarkın)
  • Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte: (edebiyat) Türk halk masallarındaki devleri, cinleri betimlerken kullanılan, büyüklük, irilik belirten bir söz: Korku ile etrafına bakarken, karşısına bir dudağı yerde, bir dudağı gökte, her bir gözü ateş parçası gibi yanan kocaman bir dev çıkmış. (M. Üçer)
  • Boy bos yerinde: Uzun ve biçimli: Üç genç, üçü de adamakıllı göz alacak kadar yakışıklıydı. Hepsinde boy bos yerinde idi. (S. Erol)
  • Burnu yere düşse almaz: Kendini beğenmiş, kibirli.
  • Cami yıkılmış (ama) mihrap yerinde: Yaşlandığı halde güzelliğini az çok koruyabilmiş kadınlar veya harap olduğu halde eski halinden izler eserler barındıran şeyler için kullanılır: Cami yıkılmış ama mihrap yerinde kalmış deyimine uygun, zarif bir yazar hanımdı Suat Derviş (Y. Çetiner). "Cami yıkılmış ama mihrap yerinde" derler ya, İznik surları ve dört anıtsal kapısı hâlâ göz alıcı: İstanbul, Lefke, Göl ve Yenişehir. (S. Cömert)
  • Canı yerine gelmek: Sağlığını, gücünü kazanmak: Henüz iki adım atmıştı ki o nazlı güzelin canı yerine geldi, kalkıp oturdu. (Aziz Efendi)
  • Ekmediğin yerde biter: Umulmayan ve istenmeyen yerde beliriveren kişi için söylenir: Her kalıba girer, her kılığa bürünürlermiş; ekmediğin yerde biter, ummadığın taşın altından çıkarlarmış. (E. C. Güney)
  • Ense kulak yerinde olmak:
    1. İri yarı olmak: Kızılcıklı, uzun boylu, karayağız, adaleli, ense kulak yerinde, sert ve kavi pençeli bir gençti. Kızılcıklı Mahmut, Sultan Hamid devrinin son başpehlivanlarından Meşrutiyet devrinin tanınmış başlarından idi. (M. S. Karayel)
    2. Kılığı kıyafeti düzgün, olgun ve gösterişli olmak, kelli felli olmak: Ense kulak yerinde, kerli ferli bir adamsın. Ama kölesin... İktidarda olanlara ve bir gün iktidara gelmeleri ihtimali bulunanlara uşaklık edersin. (H. Üzmez)
  • Eti budu yerinde: Şişman sayılmayacak tombullukta, semizlikte: Sen kurumuş kalmışsın, onun eti budu yerinde. (F. İ. Serhan)
  • Gökte ararken yerde bulmak: Yokluğu şiddetle duyulan, çok güçlükle elde edilebileceği sanılan şeyi ya da kişiyi bir rastlantıyla kolayca bulmak: — Ooo, Şeyh Efendimiz de buradaymış, gökte ararken yerde buldum, diyerek kucaklaştılar. (A. Avgın)
  • Gökte yıldız ararken yerdeki çukuru görmemek: Büyük işler başarmak isterken en kolay işlerde beceriksizlik göstermek: Belki onu tanınmağa değer görmüyordu bile. Gökte yıldız ararken önündeki kuyuya düşen bilgine benzetti. (İlgili cümle kaynağı: A. Givda)
  • Hak yerini bulmak: Haklının kim olduğu er geç ortaya çıkmak: Şurası kesindir ki, bunlar daha önce de fitne çıkarmak istediler ve sana türlü isler çevirdiler. Nihayet hak yerini buldu. (Tevbe Suresinden)
  • Hali vakti yerinde: Paraca durumu iyi, oldukça varlıklı: Ailesinin hali vakti yerinde.
  • İğne atsan yere düşmez: Çok kalabalık: İnsanların arasına sokulmuşlar. Ama nasıl kalabalık, iğne atsan yere düşmez. (E. Şahin)
  • İnceldiği yerden kopmak: Sonucu neye varırsa varsın: Gittiği yere kadar gider, inceldiği yerden kopar ilişkimiz...
  • İştahı yerinde olmak: Yemesi, içmesi ve yaşaması düzenli olmak: Herkesin iştahı yerindeydi. Keyifle yiyorduk. (S. Kaya)
  • Kafası yerinde olmamak: Kafası yorgun olmak ya da başka şeyler düşünmekte bulunmak, dolayısıyla iyi düşünememek, dikkatini toplayamamak: Ne yapması gerektiğine karar veremiyordu, kafası yerinde değildi. (Z. Nur)
  • Kafası yerine gelmek: Dinlenip yeniden sağlıklı düşünebilir duruma gelmek: Ahmet'i uyandırdığı zaman bayağı kafası yerine gelmişti. (A. Mithat)
  • Kalbi yerinden oynamak: Ansızın heyecanlanmak ya da korkmak: Hazreti Musa bu nidayı işitince vücudu sarsıldı, kalbi yerinden oynadı, sessiz ve hareketsiz bir vaziyette olduğu yerde kalakaldı. Aynı sesin sahibi yine: "O sağ elindeki de ne ey Musa?" diye sordu... (İ. Sarı)
  • Kanını yerde bırakmamak (koymamak): Ölenin öcünü almak: Üsteğmen, şehit düşen askerlerinin kanını yerde bırakmamıştı. (A. Ağar)
  • (bir yer) Kazan (biri) kepçe: (deyiminin anlamı) Birinin bir yeri adım adım dolaştığını anlatır: İstanbul kazan ben kepçe yollara düşmüş sevdiğim kadını aramaya koyulmuştum. (M. C. Uludağ)
  • Kelle kulak yerinde:
    1. Kanlı canlı ve iri yapılı olan: Hacı Ruşit, zamanın kabadayıları arasında hatırı sayılır, kelle kulak yerinde, iri kıyım bir kimse imiş. Hile hurdadan hoşlanmaz, ciddi sert mizaçlı, burnundan kıl aldırmaz, yanında gençler gülemez, kötü kelam konuşamazlarmış. (İ. Hinçer)
    2. Gösterişli, itibarlı sayılan: Kelle kulak yerinde, kalıbı kıyafeti düzgün bir adam maiyetiyle beraber çıktı kahveden. (D. Poyraz)
  • Kendini bir yerde bulmak: Farkında olmadan bir yere ulaşmış olmak: Tanımadığı bir bahçede kendini bulmuştu.
  • Keyfi yerinde olmak: Sağlığı, neşesi, mutluluğu bulunmak: Ailece kahvaltı sofrasındaydık, hepimizin keyfi yerindeydi. (N. Sönmez)
  • Kitabında yer almamak: Aklına ve mantığına aykırı düşmek: Artık benim kitabımda önyargılara yer yok diyorum ama bir çırpıda çıkması ne mümkün ön yargıların. (B. Yılmaz)
  • Kitapta yeri olmak: Din veya yasa kitaplarında bulunmak, konusu geçmek: "Öyleyse bırak... Ana hakkı büyüktür. Kitapta yeri var." (M. Sertoğlu)
  • Laf olsun âdet yerini bulsun: Önemsemeyerek söz sarf edildiğinde söylenen bir söz: Laf olsun adet yerini bulsun diye tövbe ve şehadet getirmekle tekrar imana gelinmiş olmaz. (İ. Sarı)
  • Öl dediği yerde ölmek, kal dediği yerde kalmak: (Birinin) Her dediğini, kesinlikle uygulamak, her istediğini yerine getirmek: Büyük baş yaratmak demek, arasından sevdiğini başa geçirip Onun öl dediği yerde ölmek ve kal dediği yerde kalmak demek olduğunu biz Türkler kadar bilen bir millet yoktur (Ayın tarihi). Bu fedailer özel olarak yiğitlik görenekleri doğrultusunda eğitilirler. Bey'in "öl dediği yerde ölünür, kal dediği yerde kalınır, öldür dediği yerde öldürülür" ve ser verilir sır verilmez. (B. Moran)
  • Sırtı yere gelmek: Yenilmek, alt olmak: Yunanlının sırtı yere geldi... (F. Türkoğlu)
  • Sırtı yere gelmemek: Sarsılmamak, yerinden düşürülememek, güçlü olmak: "Böyle cesur evlâtları olan milletin sırtı yere gelmez" diyerek hayretini ifade ediyordu. (M. Niyazi)
  • (birinin) Sırtını yere getirmek: Birine üstün gelmek, yenmek: Molla, hasmını yere düşürür düşürmez üzerine çullandı, bekletmeden kenetledi, yine bekletmeden askıya alarak aşırdı ve sırtını yere getirdi. Rum pehlivanı yine yenilmişti. (M. S. Karayel)
  • Su götürür yanı (yeri) olmamak: Kaçamaklı bir yoruma elverişli olmamak, başka türlü yorumlanacak bir yönü bulunmamak: Başarısının su götürür yanı yoktu. (M. Ö. Sezer)
  • Tan yeri ağarmak: Sabah olmaya başlamak, ufku belli belirsiz bir aydınlık kaplamak: Sakarya vadisinde tan yeri ağarıyordu. Şafak ha söktü ha sökecekti. (K. Nalça)
  • Taşlar yerine oturmak:
    1. Her şey yerli yerinde olmak: Fakat hikâyelerini dinledikçe bütün taşlar yerine oturdu.
    2. Her makama, işin veya görevin gereklerine uygun kişi yerleşmek: Seçim çok uzamadan yapılmalı ve taşlar yerine oturmalı. (S. Eş)
    3. Her şey netleşmek: Artık tüm taşlar yerine oturdu ve hanımının yalan söylediğini anladı.
  • Tatlı yerinde bırakmak (kesmek): Bir işi can sıkıcı bir duruma sokmadan sona erdirmek: Bu oyunu burada en tatlı yerinde keselim diyorum. Ne dersiniz buna? (F. Kadri)
  • Utancından yerin dibine girmek: İstenilen biçimde ve nitelikte olmama karşısında üzüntü duymak, aşırı utanmak: Tutuklandığında utancından yerin dibine batan babası, ailesine ayrılmış olan barakadaki odaya kapanmıştı.
  • Vurduğu yerden ses getirmek: Çok güçlü ve eli ağır olmak: Güçlü kuvvetli bir çocuktu, kazmayı vurduğu yerden ses getiriyor, tozu dumana katıyordu. (A. Çubukçu)
  • Yalan yere: Gerçeğe uygun olmayarak: Onlar yalan yere şahitlik etmezler, lüzumsuz şeylere rastladıklarında katılmayıp, onurlu bir şekilde geçip giderler. (Furkan Suresinden)
  • Yalan yere yemin etmek: Yalanı yeminle güçlendirmekten çekinmemek: "Alçak, namussuz... Yalancı... Yalan yere yemin etti. Suçlulardaki o baş kaldırmayla. Suçunu gizlemek için her çareye baş vurma duygusuyla." (B. Günel)
  • Yangın yerine dönmek: Karmakarışık ve dağınık duruma gelmek: Birçok başkentte meydanlar yangın yerine döndü (M. K. Beşiroğlu). Gözleri nemlendi, yüreği yangın yerine döndü. (A. E. Kavaklı)
  • Yaşı yerde (toprakta) sayılası: "Ölsün" anlamına bir ilenme: – Gidinin, yaşı toprakta sayılası herifi! (R. Enis)
  • Yedi kat yerin dibine geçmek:
    1. Çok güçlü bir şekilde yere çakılmak: Bu el kocaman bir sille, insafsız bir tokat, insanı yedi kat yerin dibine geçirebilecek bir şamar kesiliyor. (A. Çelik)
    2. Fazlasıyla utanmak, mahcup olmak: Geri kalmışlığın suçlusu benmişim gibi utancımdan kahroldum, yedi kat yerin dibine geçtim. (V. N. Tör)
  • Yiyim yeri etmek (yapmak): Bir yeri kendi çıkarına kullanmak: Bilakis içindekiler bal tabağı etrafında toplanan sinekler gibi partiyi yiyim yeri yapmışlar ve yiye yiye hâlâ bitirememişlerdir. (Türk parlamento tarihi)
  • Yüreği yerinden oynamak: Birdenbire heyecanlanmak veya korkmak: Kapının çalındığını duyunca yüreği yerinden oynadı. Telaşla kalkıp nefesini tutarak kapıyı açtı... (A. Çimen)
  • Yüzü yere gelmek: Bir başkasının davranışından onun hesabına utanç duymak: Ele güne karşı da yüzü yere gelmesin. (S. Birsel)
  • Yüzünü yere getirmek (düşürmek): Utandırmak, mahcup duruma düşürmek: "Gönülsüz kız, kıyar canına, yüzünü yere getirir." dediler (O. Adalı). Filiz Teyze'den sorgusuz sualsiz geliveren destek, annemin yüzünü düşürdü düşürmesine de, yine aşımız kaynadı, sobamız yandı diye sevindik. (M. Soysal)
  • Zayıf yerinden yakalamak: Güçsüz, eksik ve yanlış bir tutum ve davranışı yüzünden zor durumda bırakmak: Kararsızlık içinde bocaladığını anlıyordu, onu zayıf yerinden yakalamak istedi. (A. H. Eken)
  • Zihinde (Zihninde) yer etmek: Çıkmamak üzere belleğe yerleşmek: Resullullah'ın (sas) onu nazik ama güçlü bir şekilde ikaz edip düzeltmesi, gencin zihninde yer etmiş ve hayatı boyunca buna göre davranmıştı. (Siyer D.)
  • Zurnanın (Zurnacının) zırt dediği yer: İşin en nazik yeri, en can alıcı noktası: Zurnanın zırt dediği yer, insanın söylemekle söylememek, yapmakla yapmamak, yazmakla yazmamak arasında, çok darda, çok zorda kaldığı o ikircimli yerdir. (A. Nesin)


Yer ile ilgili birleşik kelime ve fiiller


  • Yer belirteci: (dilbilim) Eylemlerin, eylemsilerin anlamını yer bakımından tümleyen belirteç, yer zarfı: İçeri (girmek), dışarı (çıkmak), yukarı (bakmak) vb.
  • Yer cücesi: Kısa boylu, çok bilmiş, kurnaz kimse.
  • Yer ekseni: (coğrafya) Yerküreyi, merkezinden geçerek iki kutup noktasında deldiği varsayılan çizgi.
  • Yer kabuğu: (coğrafya) Yer yuvarlağının dışını çepeçevre kaplayan ve karalarla denizleri taşıyan kabuğu.
  • Yer sarsıntısı: Deprem.
  • Yer sofrası: Yerde genellikle bir tabla üzerinde kurulan ve yere oturarak yemek yenilen sofra.
  • Yer yatağı: Yere serilen yatak.
  • Yer yer:
    1. Zaman zaman: Kerbela'yı uzun uzun anlatırken yer yer hiddetlenmiş, yer yer ağlamış, yer yer sazını eline alıp sevgisini ve isyanını bağlamanın tellerine sarmıştı. (Z. Yıldırım)
    2. Birçok yerde: Yer yer doğal kayalıklardan da faydalanılmıştır. (H. Biber)
  • Yer yurt: Konut.
  • Yeryüzü:
    1. Yer yuvarlağının üstü, Dünya'nın yüzeyi.
    2. (mecazi) Dünya, hayat: Halam, babamın yeryüzünde tek akrabası idi. (A. H. Tanpınar)
  • Yerden selam: Eskiden, el, yerlere kadar uzatılarak verilen selam.

Ayrıca bkz.: Yer ile ilgili atasözleri