El (uzuv) ile ilgili deyimler ve anlamları

Güncellenme: Soru/Yorum: 6

El ile ilgili deyimler ve anlamları


İçinde "el (uzuv)" kelimesi geçen deyimler, açıklamaları ve örnek cümleler:

  • El açmak:
    1. Dilenmek: Oturup kör gibi, namerde el açmak iyi mi? / Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası: / Dostunun yüz karası; düşmanının maskarası! (M. A. Ersoy)
    2. Kağıt açmak.
  • El almak:
    1. Tarikata girmeyi, bir mürşide bağlanarak manevi eğitimini ona teslim etmeyi ifade eder: Hacı Bektaş Veli'den el almış, dervişi olmuş ve Hacı Bektaş Veli'nin emri ile - Düşkünler Ocağı - görevini üstlenmiştir. (A. Kahraman)
    2. Bir sanatı yapmak üzere ustasının iznini almak: Çıraklığını bitirmiş, el almış veya peştamal kuşanmış, mesleğini lâyıkıyla öğrenmiş kişi... (M. Z. Kuşoğlu)
    3. Bazı hastalıkların tedavisinde kullanılan usulleri bir başkasından öğrenip, bir hastalığı iyi etme yeteneğini devralmak: Geride kalana elini verir, biiznillah ondan sonra el almış kişinin yaptıkları her derde deva olur... (M. İzgü)
    4. Kağıt oyunlarında karşı tarafın oynadığı kağıdın daha kuvvetlisini oynayarak üstünlük sağlamak.
  • El atmak:
    1. Kavramak, tutmak, davranmak: İnip sokak kapısına bir el attı ve kapıyı açıp koşar adımlarla oradan uzaklaştı (M. Z. Mutlu). İki yanındaki kısa kılıçlarına el attı. (O. Diler)
    2. Bir işe girişmek: Ticaret alanında nereye el atsak hep başarılı oluyoruz. (İ. Tokalak)
    3. Bir işe karışmak, müdahale etmek: Böyle bir soruna el atmak, ancak onun yoluna baş koyan "korkusuz" yiğitlerin yapabileceği bir işti! (A. Çuhacıoğlu)
    4. Saldırmak: Halkın namusuna el attı, mallarını yağmaladı. (A. Turan)
  • El ayak çekilmek: Ortalıkta hiç kimse kalmamak, ıssızlaşıp sessizleşmek: El ayak çekilmiş, kapılar kapanmış, ikinci bir emre kadar hayat durdurulmuş gibiydi. (Ç. Sezer)
  • El ayak (etek) çekmek: Uzaklaşmak, kaybolmak, terketmek, bırakmak: İnsan dünyadan el ayak çekmiş bir derviş gibi şu koca kâinat içinde yalnız, tek başına da kalsa, yine dalaşmak için kendi kendinde ikinci bir şahıs buluyor (H. R. Gürpınar). 1957'de politikadan el etek çekti. Şiir yazmayı sürdürürken, romana döndü. (A. Sayar)
  • El bağlamak: Saygı belirtisi olarak ellerini göbeğinin üstüne kavuşturup durmak: El bağlayarak divan durur. O'nun verdiği bütün nimetlere şükreder, sadece ve sadece O'ndan yardım ister, O'nun azameti ve büyüklüğü karşısında eğilir, rükûa varır. (M. Paksu)
  • El basmak: Kutsal kitaplardan biri üzerine, ekmek üzerine veya kutsal sayılan başka bir şey üzerine el koyarak ant içmek: Tuz-ekmek öptü, "Kelleci benim oğlum" diye kitaba el bastı. (K. Tahir)
  • El bebek gül bebek: Çok sevilerek, el üstünde tutularak, çok şımartılarak yetiştirilmekte olduğunu anlatmak için söylenen bir deyim: Ben sana prensesler gibi baktım. Bir giydiğini bir daha giymedin. El bebek, gül bebek büyüdün. (D. Dündar)
  • El birliği etmek: Birlikte davranmak, dayanışmak: El birliği ettik. Dediklerini yaptık. Yokluktan varlığa çıktık. (C. S. Gürler)
  • El çekmek: Vazgeçmek: O gizli yâr, benden el çekti bugün, elden gittim, bağımı kırdım bugün; bir defa değil, bin kere sarhoşum bugün, divaneyim, divanelere tapanım bugün. (İ. Kunt)
  • El çektirmek: Görevinden uzaklaştırmak: Rüşvet alan kadıları işinden el çektirdi. Köylüden alınan haksız vergileri kaldırdı. (E. B. Şapolyo)
  • El çırpmak:
    1. Alkışlamak: Sevinçle ayağa fırladı. El çırptı: – Harika! Yaşasın!... (A. E. Kavaklı)
    2. Birini çağırmak için ellerini birbirine vurmak: Sonra el çırptı, gelen uşağa: Götür bunu, dedi, misafirlerimiz gidince uygun bir yere asarız!.. (B. Büyükarkın)
  • (Bir şey) El değiştirmek: Bir kimseden başka bir kimseye geçmek: Bir süre tüccardan tüccara el değiştirdi bizim inci tanemiz ve en sonunda çok şık bir mekânın vitrinin de buldu kendini. (B. Keskinbalta)
  • El el üstünde oturmak: Herhangi bir iş yapmadan boş oturmak: Herhalde konağın kuytu bir köşesinde, gene el el üstünde oturuyor olmalıydı. (R. N. Güntekin)
  • El elde baş başta: Elde bulunan her şeyin tükendiğini anlatan bir söz: Yol param, ev kiram, aileme gönderdiğim para derken, ay sonu cep delik cepken delik, el elde baş başta kalıyorum. (M. Aklanoğlu)
  • El ele, kol kola: Çok samimi durumda: Etraftan görenler olmuş, el ele, kol kola geziyorlarmış. (D. Dündar)
  • El ele vermek: Bir konuda yardımlaşmak amacıyla birleşmek: Karımla el ele verdik, bu acı günleri pekâlâ yendik. (O. Çetinoğlu)
  • El eline bakmak: Başkasına muhtaç olmak: El kadar ekmek için el eline bakmak ne zor (M. Bayrak). Yaşam güçtü... El eline bakmak daha bir güç... (E. Toy)
  • El ense çekmek:
    1. (mecazi) Birini çıkar uğruna aldatmak: Biz iki züğürtler biraz el ense edip halkı aldatarak, işi tatlıya bağladık!.. (N. R. Efe)
    2. (mecazi) Yenmek, mağlup etmek: Birini alaşağı etmek için evvela kendisiyle boy ölçüşebilecek bir vaziyete çıkarmak, sonra da el ense çekmek. (Türk dili)
    3. (spor) Güreşte rakibin bir elle ensesini, öbür elle de kolundan yakalayıp çekerek düşürmek: Yeğin Böke'ye el ense çekip tarttı; ama ikisi birbirini sökemedi. Hoşlarına gitti bu. "Yenen yenilen dost," dediler. (İ. Bertan)
  • El etek çekilmek → El ayak çekilmek.
  • El etek çekmek: (deyiminin anlamı) Kimi dünya işlerinden vazgeçip kendini ibadete vermek; eski alışkanlıklarını bırakmak: Gözünde dünyanın değeri azaldı. Dünyadan el etek çekti. (Haşimoğlu)
  • El etek öpmek:
    1. Bir işi yaptırmak için yalvarmak: Hemen gitti, çıktı padişahın katına, el etek öptü. (Ü. Kaftancıoğlu)
    2. Yaltaklanmak: Kaymakamın peşinden koşturur, kendini ona beğendirmek için çırpınır, el etek öper. (B. Asiltürk)
    3. Eskiden saygı ifadesi olarak huzuruna çıkılan büyüğün eteğini öpmek veya öpmeye davranmak: Müsaade verilince usul gereği el etek öptü. (B. G. Doğru)
  • El etek tutmak: Tarikata girmek, derviş olmak: Gönül bir kâmilden el etek tuttu / Cemalinden cemalime nur kattı
  • El etmek: Elle işaret yapmak, bir kimseyi el işaretiyle çağırmak: Mübaşire bir el etti, mübaşir hemencecik seğirtti yanına... (C. Atay)
  • El ile (elle) tutulur: Apaçık ve besbelli: Elle tutulur kanıtlar isterdi o. Genellikle sonucun elle tutulur gerçekliğini göremezse bir işe kalkışmazdı. (N. Elibol)
  • El kadar: (Genellikle yeni doğan çocuk için) Küçük, küçücük: El kadardı baban doğduğunda. Ninnisiz uyumazdı hiç. Ey gidi ey! Ne severdi ninniyi. (K. A. Çakman)
  • El kaldırmak: Karşı gelmek, el ile vurmaya kalkışmak veya vurmak: Babaya, anneye el kaldırılmaz. Anne ve babaya meşru isteklerinde isyan eden kimse Allah Teâlâ'yı gazaba getirir. (F. Yılmaz)
  • (Biri) El kaldırmak: (Kalabalık toplantılarda) Oy vermek ya da söz istemek: Ve o küçük çocuk el kaldırdı. Soruyu cevapladı. "Aferin," dedi öğretmen. (N. Özkan)
  • El katmak:
    1. Bir işe karışmak, müdahale etmek: Çarın komutanları da belki bu zulme el katar veya göz yumabilirlerdi. (V. Kocagüney)
    2. Bir işin yapılmasına yardım etmek: Başka hallerde, bu yazıya geçirme işini yapan kişi, öylesine el katar ki bu çalışmaya, bir çeşit yazar işlevi görür hale gelir. (Türk dili)
  • El koymak:
    1. Yetkili olanlar, bir sorun ya da olayı ele almak: Sonra askeri savcılık olaya el koydu, savcı görevden alındı, askeri savcılık soruşturmayı devraldı, gereği yapıldı. (E. Sarızeybek)
    2. Hükümet bir malı ya da bir kuruluşu kendi buyruğuna almak: Oradaki toprakların gelirlerine hükümet namına el koydu. (H. Korunur)
  • El ovuşturmak:
    1. Birinin karşısında ezilip büzülmek: Karşımda ayakta duruyor, ellerini ovuşturuyordu: "Pardon... Sizden ricaya geldim..." (M. Yesari)
    2. Birinin kötü duruma düşmesine içten içe sevinmek: İl müdürü gizli gizli ellerini ovuşturuyordu. Genel Müdür ise üzgün görünüyordu. (M. Adıbeş)
  • El öpmek:
    1. Saygı ifadesi olarak bir kimsenin elini öpüp alnına koymak: Herkesle konuştu, el öptü gâvur sigarası tuttu köylülerine. (Ü. Kaftancıoğlu)
    2. Bir büyüğün huzuruna çıkıp elini öpmüş olmak: El öptü, Padişaha bağlılığını arz etti. "Üzülmeyesin" dedi Padişah, "Bundan sonra bizim karındaşımızsın..." (Y. Bahadıroğlu)
  • El pençe divan durmak: Saygı için ellerini göbeğinin üstüne kavuşturup ayakta durmak: Geldi önünde el pençe divan durdu. Başını önüne eğdi. "Buyur beyim..." dedi. (Ö. Polat)
  • El sıkışmak: Pazarlıkta anlaşmak: Konuşmanın sonunda el sıkıştık ve ertesi gün işe başladım. (G. S. Sözen)
  • El sıkmak: Selamlaşmak için birinin elini tutmak: Hızlıca ayağa kalkarak adamın elini sıktı. "Ömer Bey, hoş geldiniz! Buyurun." (C. Kayakuş)
  • El sürmemek:
    1. Dokunmamak, değmemek: Ama Recep paraya el sürmedi, geri geri çekilerek, "Biz yardımı Allah rızası için yaptık amca, para için değil," dedi. (K. Bilbaşar)
    2. Bir işi yapmamak, ilgilenmemek: Kadından şikâyetçiydi. Hiçbir işe el sürmüyordu. (R. Taner)
  • El tazelemek:
    1. Tuttuğunu bırakıp ellerini dinlendirmek.
    2. Bir işte yorulan kimse yerine başka birini getirmek.
  • El tutmak:
    1. Bir iş uzun süre uğraştırmak, vakit kaybettirmek: Sadece kurşun kalemle desenleri iki gün el tutar...
    2. (tasavvuf) Tarikata girmek, derviş olmak: Çelebi Efendi'den el tuttu. İstanbul'a varınca devrin bilginlerinden ders aldı.
  • El uzatmak: → El atmak.
  • El üstünde tutmak: Bir kimseye çok saygı, sevgi ve yakınlık göstermek: Halk, bu Allah dostunu el üstünde tutar, ona çok büyük saygı gösterirmiş. (A. Akça)
  • El vermek:
    1. Yardım etmek: Kime el verdi felek böyle beyim dünyada
    2. İmkan sunmak: Sevgilinin serkeş zülüfleri el verdi de , ayağına baş koydum. (İ. Pala)
    3. Tarikatlarda, mürşit, bir müride başkalarına yol gösterme izni vermek: Şeyh dünyadan göçerken Hacı Bayram'a el vermiş, Hacı Bayram Veli Ankara'ya dönmüş, Bayramîlik yolunu açmış. (Virgül)
    4. Bazı hastalıkların tedavisinde kullanılan usulleri bir başkasına öğretip, bir hastalığı iyi etme yeteneğini devretmek: Yani anneme de annesi el vermiş. Annemin anlattığına göre, "Annem bana el vermeden önce ona heveslenerek birkaç sarılığa okumuş fakat iyi edememiştim. Ama annemden el aldıktan sonra, bu işi başarabildim." (TDK)
    5. Kağıt oyunlarında karşı tarafa elde olan ya da olmayan nedenle, oyun üstünlüğü tanımak.
  • El vurmak:
    1. Birini çağırmak için iki elini birbirine vurmak: Emrini bekler bir halde kapıya yakın içoğlanını çağırmak üzere el vurdu. (Z. Karadeniz)
    2. Dokunmak, el sürmek, el atmak, davranmak: Oğlan bıçağına el vurdu, boğanın başını kesti. (Z. Gökalp)
  • El vurmamak: Bir işi yapmaya yanaşmamak ve başlamamak: Yoksulu soymamış, yetimi aç koymamış, harama el vurmamış he mi? (E. Toy)
  • (Bir işten) El yıkamak: O işle olan ilgisini kesmek: Tamamı dünya malından el yıkamış... (A. A. Şentürk)
  • El yordamıyla: Görmeden, el yardımıyla: İnsan, sınırın berisindeki karanlıkta, el yordamıyla bir şeyler aranır gibidir, fakat sınırın içinde değilse aradığını bulabilir mi? Aradığı şey aradığı yerde değil ki... (R. Özdenören)
  • Elde avuçta bir şey kalmamak: Hiç malı, parası kalmamak: Savaş bu, bilmez misin? Elde avuçta bir şey kalmadı. Çoğunun evinde yiyecek ekmeği, aşa katacak yağı yok. (M. Asoğlu)
  • Elde avuçta (ne varsa): Sahip olunan mal, para vb., her şey: Bir iki hafta olmadan, elde avuçta ne varsa hepsi bitip tükenmişti. (A. Saraç)
  • Elde etmek:
    1. İstenilen bir şeyi edinmek: Bizans ordusu üzerine hücum ederek, pek çok esir ve ganimet elde etti (A. Ahmetbeyoğlu). Zengin gümüş madenlerini ele geçirerek büyük bir başarı elde etmişti. (İ. Sarı)
    2. Bir kimseyi kendi hizmetine almak ya da kendinden yana çekmek: Ola ki bir düşmanın onu elde etmiş olabilir. Herkese güvenme. Yalnız kendine güven. (Ş. S. Şirazi)
  • Elde kalmak: Harcanmayarak, satılmayarak, yitirilmeyerek ya da kullanılmayarak yerinde durmak: Kimse almak istemeyince, dağıtamadık, elde kaldı bunlar. (M. Akyol)
  • Elde olmamak: İrade dışında bulunmak, iradesi dışında gerçekleşmek: Sevdiğini kıskanmak elde olmayan bir haldir. (M. Y. Kandemir)
  • Elde tutmak:
    1. Hükmü altında bulundurmak, hâkim olmak: Toprağı elde tutmak için askere ve insana gerek vardır, askeri elde tutmak için mülk dağıtmak gerekir, mülke sahip olmak için zenginlere gerek vardır... (O. Özkul)
    2. Lâzım olur düşüncesiyle saklamak, ihtiyat olarak muhafaza etmek: Şirket, yedek vatmanları elinde hazır tutuyormuş, içlerinden biri ortadan kaybolacak olursa, yerini çok kısa sürede bir başkası alacakmış. (Kitaplık)
  • Elden ağza yaşamak: Günlük kazancı ancak günlük gereksinmesini karşılayacak kadar olmak: Toplananlar, elden ağza, günü gününe yaşamak zorunda olan kişilerdik. (O. Boran)
  • Elden almak: Bir malı pazara çıkarılmadan sahibinin elinden satın almak: Leylanın elbisesi yeni değil. Önceki kış dışarıdan gelen birisinden elden aldı. (N. Turhan)
  • Elden ayaktan düşmek:
    1. Sağlığı büsbütün bozularak çalışamaz duruma gelmek: Amansız bir hastalıktı yakalandığı. Elden ayaktan düştü, çalışamaz oldu, günden güne eridi bitti. (A. Baloğlu)
    2. (Çoğunlukla yaşlılık yüzünden) Bitkin, gezemez, çalışamaz duruma düşmek: O Müslim Koca ki yüce dağ kartalı gibiydi, kocayınca elden ayaktan düştü. (Türk Dili)
  • Elden bırakmak: Vazgeçmek: Avucuna dünyayı aldı ve dervişliği elden bıraktı. (N. F. Kısakürek)
  • Elden çıkarmak: Bir şeyin sahipliğini başkasına geçirmek, satmak: Tüm malını mülkünü elden çıkardı, en sonunda beş parasız kaldı. (H. Şahin)
  • Elden çıkmak: Malı olmaktan çıkmak: Zaman zaman tahtı elden çıktı ise de yine ele geçirmeye muvaffak oldu. (H. Ülkü)
  • Elden düşürmemek: Kitap, tespih gibi elde kullanılan kimi eşyayı ara vermeden kullanmak: Hayatında eline almadığı kitapları, burada elinden düşürmüyordu. Kitap alışkanlığı edinmişti. (Kartal)
  • (Bir şey) Elden ele dolaşmak: Birçok sahip değiştirmek ya da birçok kimsece ele alınmak: Bir subaya veya memura gelen gazete veya dergi adeta yazıları silininceye kadar elden ele dolaşıyordu. (M. Niyazi)
  • Elden ele geçmek: Bir şey sahip değiştirmek: Zamanla mızrak sırasıyla dört halifeye elden ele geçti. (A. H. Haksal)
  • Elden geçirmek:
    1. Noksanlarını ya da bozukluklarını gidermek üzere eliyle kontrol etmek: Her şeyi inceden inceye elden geçiriyordu (B. Yıldız).
    2. Noksan veya bozukluklarını gidererek bakımını yapmak: Eski bağ evini yeniden elden geçiriyordu. (Y. Yaman)
  • Elden gel!:
    1. (argo) Ver! Aldıklarını elden gel bakalım (H. F. Gözler)
    2. (teklifsiz konuşmada) Kutlamak amacıyla söylenen bir söz: Hay aklınla bin yaşa Ahmet. Elden gel!
  • Elden geldiği kadar (geldiğince): Yapılabildiği, olabildiği kadar: Yirmi beş seneden beri aziz milletime elden geldiği kadar âcizane hizmet ettim. (F. Atasoy)
  • Elden gelmemek: Yapamamak, dayanamamak: Yürekler tahammül etmeyen bu elim manzara karşısında ağlamamak elden gelmiyordu. (A. A. Gazigiray)
  • (Bir şey) Elden gitmek: Bir şeyi kaybolmak, o şeyden yoksun kalınmak: Kurtuldu ama saltanat da elden gitmişti. (E. Sarı)
  • Elden kaçırmak: Elde edilebilecek bir şeyden türlü nedenlerle yararlanamamak: Yanlış bir karar vermiş ve bu şansı elden kaçırmıştı. (E. Yılmaz)
  • Elden ne gelir?: Çaresiz bir durumda yapılacak bir şey olmadığını anlatan bir deyim: Ölenle ölünmez ki... Ne yapalım... Elden ne gelir? (A. Nesin)
  • Ele alınır: Oldukça iyi, işe yarar: O işin ele alınır bir yönü varsa harekete geçmeyi geciktirmeyelim. (H. F. Gözler)
  • Ele alınmaz: Çok berbat, kötü: Yemekleri, sütleri, ekmekleri hep tezek dumanının kokusuyla ele alınmaz bir haldedir. (Y. K. Karaosmanoğlu)
  • Ele almak:
    1. Bir şey üzerinde çalışmaya başlamak: Hâlâ güncel olan bir sorunu, görece yeni bir yaklaşımla ele alma amacındadır.
    2. Bir konuyu görüşmek: Beyleriyle birlikte meseleyi ele almış, biraz da lakayt tavırla konuşuyor, derhal Zülkadriye üzerine yürümekten bahsediyordu. (E. Subaşı)
    3. Bir konuyu incelemek, araştırmak: Melez kültürler konusunu ele almış, çeşitli bakış açıları ile toplumsal yapı ve kültürel etkileşim süreçlerini sorgulamıştır. (Ş. Erkayhan)
    4. Herhangi bir şeyi iş edinmek: "Fakat dediğim gibi ben yüzsüzlüğü ele almıştım." (R. N. Güntekin)
  • Ele avuca sığmamak: Söz dinlememek, zapt edilememek, baskı altına alınamamak: Cıva gibi bir adamdı. Ele avuca sığmıyordu. Bir yandan bir yana kayıp gidiyordu. (M. S. Karayel)
  • Ele bakmak:
    1. Avuç içindeki çizgilere bakıp kişinin geleceği hakkında tahminlerde bulunmak, el falına bakmak: Arkadaşlarının ısrarı karşısında, sonunda o da elini bedevi'ye açtı. Bedevi ele bakar bakmaz yerinden sıçradı ve heyecan içinde şöyle dedi: — Sen padişah olup 15 yıl hüküm süreceksin... (K. Yusufoğlu)
    2. Muhtaç olmak: Artık bütün bütün hiçbir şeysiz, ele bakar durumdaydım.
  • Ele geçirmek:
    1. Yakalamak: Mürettebatıyla birlikte esir ederek ele geçirmişti.
    2. Edinmek, sahip olmak: Orhan Gazi Bursa'yı ele geçirdi (1326).
    3. Gizlenmek istenen bir şeyi elde etmek: Kaldığı odada bulunan mektupları ele geçirdi.
  • Ele geçmek:
    1. Yakalanmak: Görgü tanıklarıyla suçüstü yakalanarak ele geçmişti. (E. Sarı)
    2. Edinilmek: Erzak, eşya, elbise, bir kısım silah gibi oldukça değerli ganimet ele geçmişti. (C. Çetintaş)
    3. Gizlenmek istenen bir şey, bulunmak: Nasıl ele geçmişti bu belgeler? Kimi belgeler, odanın değişik gizli yerlerinde bulunmuştu.
  • Ele gelmek:
    1. Tutulabilmek: Oğlan kocaman oldu artık. Baksana bıyıkları bile ele geliyor. (H. F. Gözler)
    2. (Bebek) Kucağa alınacak kadar büyümüş olmak: Bebek altı ay sonra ele kola gelmeye başlar... (N. Akyalçın)
  • Ele güne karşı: Herkese karşı: "Aman Bey, bizi ele güne karşı rezil etme!" (Y. Kemal)
  • Ele vermek:
    1. Suçlu bir kimseyi haber verip yakalatmak: Yoldaşlarını ele veren kişi o sıralar devletin çıkarları uğruna görev yapıyordu!
    2. Ortaya çıkarmak: Yüzündeki ifade kendini yine ele vermiş olacak ki, "Söyle söyle," dedi Ali Bey alaycı bir tavırla. (E. Ş. Mengi)
  • Eli alışmak:
    1. Bir işte uzluk, ustalık kazanmak: Sonra sonra elim alıştı, dikişlerimi beğenmeye başladılar. Başlangıçta ben gücenmeyeyim diye, o kusurlu giysileri giymekten bile çekinmediler. (M. Sertbarut)
    2. Herhangi bir davranışı adet edinmek: Eli alışmış olacak ki, sık sık parmaklarıyla saçlarını tarayıp başını geriye doğru kaydırıyor. (Y. Nabi)
  • (Bir şey) Eli altında olmak: Buyruğunda olmak, istediği anda o şeyden yararlanabilmek: Al bunu, elinin altında bulunsun. Ne zaman satsan paranı geri alırsın. (K. Bilbaşar)
  • Eli armut devşirmiyor (toplamıyor) ya!:
    1. Birisinin bir iş yaparken öbürünün de boş durmayarak aynı işi yapabileceğini anlatır: Elbette ki, sen böyle davranışlarla çanak tutarsan adamın da eli armut devşirecek değildir (A. Nesin). İnsan istedikten sonra her şey yapabilir emmi! Ahmet'in eli armut mu topluyor ?
    2. Kavgada biri diğerine vuruyorsa, diğeri de elbette ona karşılık verir: Adamı dövermiş, adamın eli armut devşirmediği için, dayak da yermiş (H. Taner). Elin oğlunun eli armut toplamıyor ya, eşkıyalar birinin canını yakarsa, o da başka bir eşkıyayı onun üzerine salıyormuş. (A. Sarıhan)
  • Eli ayağı (olmak): Yardımcısı (olmak), her işine yarar (olmak): Ferhudi Bey babamın eli ayağıydı hem şoförü hem tamircisi sayılırdı (Ş. Bakırcan). Teyzemin yardımcısı değil, eli ayağı oldu sanki. Yemekleri tam onların damak tadına uygun pişiriyor; konuklar geleceği zaman sofrayı kuruyor ve mükemmel bir biçimde de servisi yapıyordu. (İ. Ongun)
  • Eli ayağı bağlı (olmak): İstediğini yapamayacak bir durumda olan: O zaman ne yapar yapar başının çaresine bakardı. Ama şimdi eli ayağı bağlıydı. Bir şey yapacak durumda değildi. (İ. Sarıibrahimoğlu)
  • Eli ayağı boşanmak: (Heyecan veya korkudan) Bayılacak gibi olmak, kıpırdayacak durumu kalmamak: Kapıda polisleri görünce eli ayağı boşandı, yere çöküverdi. (A. Başçı)
  • Eli ayağı buz kesilmek: Çok heyecanlanmak: Odaya giren cariye: — Hazırlan, çağrılıyorsun, deyince birden eli ayağı buz kesildi. (M. Yüceyılmaz)
  • Eli ayağı (veya ayağına) dolaşmak: Heyecandan şaşırmak, telaşlanmak: ... teftişe gelecek, dediler. Herkesin eli ayağı dolaştı, ne yapacaklarını şaşırdılar (A. Ergül). Hekimi görünce Hasan'ın da yüreği hopladı, sevinçten eli ayağına dolaştı. O hekimi bulmadan hekim onun ayağına gelmişti işte. (Kolektif)
  • Eli ayağı kesilmek: Güçsüz, dermansız kalmak: Sesi bile çıkmadı Pembe'nin, o saat anladı olanı biteni. Yüreği parçalanırcasına gümbürdedi, eli ayağı kesildi, canı çekildi... (A. Kilimci)
  • Eli ayağı titremek: Korku, sinir vb. sebeplerle heyecanlanmak: "Keşke bunların hiçbiri yaşanmamış olsaydı" diye düşündü. Ses vermedi, eli ayağı titriyordu. (S. Küçükboyacı)
  • Eli ayağı tutmak: Vücut gücü oldukça yerinde olmak: Eli ayağı tutar on altı kişi emrine hazır olarak gelip önünde el pençe durdular. (E. Subaşı)
  • Eli ayağı tutmamak:
    1. Felçli veya çok yaşlı olmak: Sağ yanı, sağ eli, sağ ayağı tutmuyordu. Konuşması da zorlaşmıştı. (A. Nesin)
    2. (Heyecan, zayıflık vb. nedeniyle) Vücut gücü yerinde olmamak: Adamın dizlerinin bağı çözüldü. Eli ayağı tutmuyordu korkudan. (İ. Sarı)
  • Eli ayağı tutuşmak: Çok telaşlanmak: Azrail'i görür görmez, eli ayağı tutuştu. (Dede Korkut)
  • Eli aza varmamak (gitmemek): Bir şeyi çokça alma veya çokça verme alışkanlığında olmak: "Bu ne lan!" diye içimden harcanan miktara tepki gösterdim. Ya Fransa çok pahalı idi ya da bu arkadaşların eli aza varmıyordu (B. İ. Seyran).
  • Eli boş çıkmak: Umduğunu alamamak, başarısızlığa uğramak: Hangi tarafa baş vurdu ise eli boş çıktı. (Kerim el-Aksaray)
  • Eli boş dönmek (çevrilmek, geri gelmek): Umduğunu alamadan dönmek: Fakat evdeki hesap çarşıya uymamıştı. Torunu, eli boş dönmüştü. (M. Büyükşahin)
  • Eli boş gelmek: Umulan şeyi getirmeden gelmek: Başkaları eşlerine çiçek getirirken benimki hem eli boş geldi hem de bir şey demedi. (M. Bozdağ)
  • Eli böğründe (koynunda) kalmak: Başarısızlığa uğramak, bir şey yapamaz duruma gelmek: Gönderemedi kızını ortaokula, eli böğründe kaldı (D. Akçam). Atsız ne yapacak şimdi? Eli koynunda kaldı. Arabayı kendisi çekecek değil ya. Ağlayıp duruyor atın başında. (Varlık yıllığı)
  • Eli cebine (cüzdanına veya kesesine) gitmemek (varmamak): Çok cimri olmak: İmkanı olduğu halde nimetin eseri üzerinde görünmez, fakir gibi giyinir, eli cebine gitmez, cimrilik yapar. (M. M. Kersi)
  • Eli dar (darda) olmak: Geçimini karşılayacak parası olmamak, para sıkıntısı içinde olmak: "Eli dar olana vardığında ona kolaylık göster, umulur ki Allah'ta bize kolaylık gösterir" derdi. (A. Seyrun)
  • Eli değmek/değmemek: Bir şey yapmaya vakit ve fırsat bulmak/bulamamak: "Başka bir resim alıp asacaktım ama elim değmedi bir türlü." (Kolektif)
  • Eli dursa ayağı durmaz: Kıpırdak, hareketli, yaramaz: Hiç durma, dinlenme var mı? Eli dursa ayağı durmuyor, ayağı dursa eli durmuyordu. "Hey Yarabbi, hikmetinden sual olunmaz..." (L. Kaleli)
  • Eli ekmek tutmak: Geçimini emeğiyle sağlayacak duruma gelmek: Çocuklarını büyütmenin mutluluğu içindeydi. Çocuklarının eli ekmek tutmaya başlamıştı. Hiçbiri onu utandıracak bir şey yapmamıştı. (A. Özcan)
  • Eli eline değmemek:
    1. Herhangi bir yakınlaşma olmamak: Daha eli eline değmemiş, hatta doğru dürüst konuşmamışlardı bile. (M. F. Oruç)
    2. Birisiyle cinsel ilişkiye girmemiş olmak: Sözlerinden, hareminin eli eline değmemiş olduğu da anlaşılmıştı... (M. Arif)
  • Eli ermek:
    1. Yapabilmek, ulaşabilmek: Eli eren gücü yeten herkes, düşmüşe, muhtaca, âcize, garibe kılıç olur, kalkan olur, ümit olur, teselli olur, şefkat ve muhabbet olarak taşar dökülürdü. (S. Ayverdi)
    2. Bir işi yapmak için zaman bulabilmek: Mektubumda bahsetmiştim, elim ermedi, vaktim yok, fazla meşgulüm. (A. H. Eken)
  • Eli ermez gücü yetmez: Çaresiz, zavallı: Ama şartlar bizi böyle eli ermez, gücü yetmez hale getirmiştir. (G. Atılgan)
  • Eli genişlemek: Bolca paraya kavuşmak: Eğer borçlu darlık içinde ise, eli genişleyinceye kadar ona mühlet vermek gerekir. (Bakara Suresinden)
  • Eli gitmek: Bir şeyi kavramak, tutmak istemek: Boş bulunarak, eski alışkanlıkla eli sakalına gitti. Serin, sanki kendisinin olmayan, bomboş bir yüzle karşılaşınca kısacık bir gülümseme yaşadı. (Ş. Kurdakul)
  • Eli harama uzanmak: Dini bakımdan yasaklanmış bir işe yönelmek: Harama uzanan elin titremedi, harama yürüyen ayağın sendelemedi, harama bakan gözlerin körelmedi, tövbe et. (H. Bilgin)
  • Eli işe yatmak: Becerikli, eli uz olmak: Her işten anlayan, eli her işe yatan insanlar vardır. Ne iş yaptığı sorulduğunda yanıt hazırdır: "Ne iş olsa yaparım." (A. Nesin)
  • Eli işte gözü oynaşta: Yaptığı işe kendini gerektiği kadar vermeyen havai kimseler için kullanılır: Bu işi gelip geçici yapanların eli işte gözü oynaşta oluyordu (M. Karnas). Bu çocuk sanki bulutların üzerinde yaşıyor. Anneannem bunun gibilere "eli işte gözü oynaşta" derdi. (O. Güner)
  • Eli kalem tutmak:
    1. Yazı yazmayı bilmek: Evde eli kalem tutan bir tek en büyük torun. (F. Uslu)
    2. Düşündüğünü güzel bir anlatımla yazmak: Eli silah tutan cephede savaştı, eli kalem tutan yazarak savaştı, dili dönen lisanınca savaştı. (F. Duman)
  • (Bir işe) Eli kırılmak: Eli, işe yatkın bir duruma gelmek: Yazıya elim orada kırıldı; yâni benim için düzgün yazma melekesinin başlangıcı Isparta'dır (M. İz). "Sana çocuğumu yollayacağım. Eli biraz kırılsın diye bir başkasına yolladım" deyince o da şöyle cevap vermiş: "Aman eli kırılmadan bana gönder; sonra düzeltemem." (A. Alparslan)
  • Eli (Elleri) kırılsın: Yapılan kötü bir iş karşısında kullanılan beddua sözü: Anam, "Bunları yapanların eli ayağı kırılsın," diye ağlıyordu. (S. Almış)
  • Eli kolu bağlı kalmak (durmak): Bir engel yüzünden hiçbir iş yapamaz duruma gelmek: Düşman askerleri şu tepenin ardından görünüverse, elin kolun bağlı durabilecek misin? (Y. K. Karaosmanoğlu)
  • Eli koynunda kalmak: Çaresiz kalmak: Bir erkek ağlıyor eli koynunda / Sanki idamlıktır ipi boynunda (B. Karakoç)
  • (Bir işte) Eli olmak: Karışmış olmak, alttan alta ilgili bulunmak: Bunlardan Selim Melhama Paşa ki, yabancılara verilen imtiyazlarda çok eli vardı. (E. Subaşı)
  • Eli para görmek: Eline para geçmek: Eli tekrar para gördü. Borcu harcı kapadı biraz. Faiz yükünü savdı hiç yoksa. (D. Poyraz)
  • Eli silah tutan: Silah kullanabilen: Göçebe Türk toplumunda eli silah tutan her fert aynı zamanda askerdir. (M. Şengöz)
  • Eli varmamak: (deyiminin anlamı) Bir işi yapmaya gönlü razı olmamak: Recep Ustanın hesabında bir iki kalem oynatmaya yeltendiyse de eli varmadı. (M. İlkin)
  • (Bir işe) Eli yatmak: Bir işe eli alışmak, o işi yapacak yetenek olmak: Nuri'nin asıl işi marangozluk değildi ama buna da eli yatıyordu. (T. Apaydın)
  • Elimi sallasam ellisi, başımı sallasam tellisi: (halk dilinde) Bir işaretim üzerine dilediğim kadar ve dilediğim gibi istekli çıkabilir: Nice yağız delikanlı yolumu bekler, / Elimi sallasam ellisi, başımı sallasam tellisi! (C. Üster)
  • Elinde avucunda nesi varsa: Parasının, varlığının tümü: Dünyaya değer vermemeye, dolayısıyla gözünü kırpmadan elinde avucunda nesi varsa Allah rızası için vermeye başlar. (M. İyi)
  • (Bir şey) Elinde bulunmak (olmak): O şeye sahip bulunmak: Mülk sahibi, elinde bulunan mülkiyeti dilediği gibi kullanabilir. (M. Işık)
  • (Biri ötekinin) Elinde büyümek:
    1. Büyütülmek, bakılmak: Onu öldürmek isteyenlerin elinde büyüdü. Binbir çile ve sıkıntılarla kat ettiği yolların sonunda peygamberlikle şereflendirildi. (N. Yıldız)
    2. Eğitilmek, bilgi, görgü ve terbiye sahibi olmak, yetiştirilmek: Elinde büyüdüm sayılır, her şeyimi, bu işi kurmamı sağlayan anaparayı, kahveciliğin inceliklerini ona borçluyum ama aramızda garip bir ilişki vardı, pek konuşmazdık. (M. Çevikdoğan)
  • (Biri ötekinin) Elinde doğmak: Yaşlı bir kimse birini, çocukluğundan beri yakından tanımak: Efendiler! Ekser alilerde bir eski dost, eski ahbap hatta eski bir hizmetkâr olur ki efrad-ı aileden olmadığı halde çocukların bir çoğu elinde doğmuş kucağında büyümüştür... (C. Okay)
  • Elinde kalmak:
    1. Birinin bakımında, yönetiminde kalmak: Öteden beri ehil olmayanlar elinde kalmış olan halkın işleri yolunda gitmeyip memleket felâketten felâkete düşerek bugünkü hale gelmiştir. (M. Selahaddin)
    2. Bir şey alıcı bulamayıp sahibinde kalmak: Babam "Dün patatesleri satamadım. Yarıdan fazlası elimde kaldı." dedi. (S. Behrengi)
  • … elinde kalmak: -nin hükmü altına girmek: Kapanın elinde kalmış imparatorluğumuzu kaybetmiş ve ancak başımızı sokacak bir çatı altında kendi yağımızla kavrulmak vaziyetinde kalmış bulunuyorduk. (S. Ayverdi)
  • (Bir iş) Elinde olmak: İsteyince o işi yapabilmek: Son nefesinde; keşke şöyle yapsaydım! deme, / Aklını başına toplamak elindeydi. (A. Bezirci)
  • Elinde olmamak: İradesi dışında bulunmak, istese dahi yapması mümkün olmamak: Onu sevmekten vazgeçmek... Elinde değildi işte. (D. Duman)
  • (Birinin) Elinde oyuncak olmak: Karşısındaki onu istediği gibi kullanmak, her dediğini yaptırmak: Bu küçük çocuk memleket idaresinden aciz olup etrafındakilerin elinde oyuncak olmuştu. (H. N. Orkun)
  • Elinde patlamak: Bir şey satılmayıp sahibinde kalmak: Fakat yaptığım bu "Çürük natürmort" tablosunu hiç kimse almak istemiyor. Yani elimde patladı. (Penguen)
  • Elinde tutmak:
    1. Kendi tekelinde bulundurmak, başkalarına kaptırmamak: Adam dünya finansman mekanizmasını elinde tutuyordu. (A. Alatlı)
    2. Bir malı satmayıp bekletmek.
  • (Birinin) Elinde ... var: Yapar, bilir, sahibidir: Elinde güzel bir mesleği vardı.
  • Elinden: Yüzünden, ... den dolayı: Ey fitnesi çok, sözü yalan, yandım elinden / Bir nazıyla bin gönül alan, yandım elinden (Anonim)
  • Elinden almak: Bir şeyden mahrum etmek: Onun bütün yetkilerini elinden almıştı. (Y. Kayaalp)
  • Elinden bir iş (şey) gelmemek: Çaresizlikten veya yeteneksizlikten bir iş yapamamak: Çocuğun elinden üzülmekten başka bir şey gelmiyor.
  • Elinden bir sakatlık (kaza) çıkmak: Kaza yapmak, birine istemeyerek zarar vermek: Olur ya, eli satırlı aşçının elinden bir sakatlık çıkabilirdi (M. Uslu). Çok sinirlendim, "elimden bir kaza çıkmadan" ayrıldık. (A. Karaağaç)
  • ... elinden çıkmak: Biri tarafından yapıldığı belli olmak: Duvarlara usta elinden çıktığı belli olan kocaman yağlı boya manzara tabloları asılmıştı. (K. Erzurum)
  • Elinden düşürmemek: Sürekli onunla ilgilenmek: Senin resmini elinden düşürmüyor. Her akşam resmini öpüp resminle giriyor yatağa. (F. Baran)
  • Elinden geleni ardına (arkasına) koymamak: Yapabileceği bütün kötülükleri yapmak: Hak yoldan saptırma konusunda elinden geleni ardına koymaz. (H. Muhasibi)
  • Elinden geleni yapmak: Gücünün yettiğini yapmak: Sen elinden geleni yap! Gör bak Allah nasıl sana vekil olur, Allah nasıl sana kefil olur, Allah işini nasıl görür. İşte o zaman görürsün! (M. Hüseyin)
  • Elinden gelmek: Yapabilmek: Küçücük bir işti; bu herkesin elinden gelirdi. (B. Büyükarkın)
  • Elinden gelse bir kaşık suda boğmak: Bir kimseye çok kızmak veya çok öfkelenmek: Halil'in yüzünde öfke vardı. Elinden gelse darbecileri bir kaşık suda boğacaktı (A. E. Kavaklı)
  • Elinden hiçbir şey kurtulamamak: Her şeyi becerebilmek: "Azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz. İnsan kesin karar verir de hırsla çalışırsa mutlaka başarır."
  • Elinden iş çıkmamak: Çabuk iş görememek: İyi bir terzi, ama elinden iş çıkmaz. (N. Muallimoğlu)
  • Elinden iş gelmek: Becerikli, hünerli olmak: Sanatkâr bir hanımdı. Elinden iş gelir ve para kazanırdı. (İ. Abdülhadi)
  • Elinden kan çıkmak: Cinayet işlemek: Hacı Ali Çavuş buna çok kızıyor. Yiğit adam, elinden kan çıkacak.
  • Elinden kaza çıkmak:
    1. İstemeyerek birini yaralamak ya da öldürmek gibi bir suç işlemek: "Kim olsa dayanamaz buna," dedi. "Elinden kaza da çıksa ayıplamam." (K. Bilbaşar)
    2. Kaza yapmak.
  • Elinden kurtulmak: Birinden kaçmayı başarmak: Deryanın hakiki sultanı Oruç Reis, kafir elinden kurtulmuştu. (T. Güler)
  • Elinden tutmak: Yardım etmek, kayırmak: Bocaladığımda, zorda kaldığımda elimden siz tuttunuz. O eli hep hissettim. (A. İbili)
  • Eline almak:
    1. Buyruğu altına almak, bir işin veya yerin yönetimini üstlenmek: Onu yönetimden indirip işleri eline aldı.
    2. Bir işi kendi yapmaya başlamak: Adamları onu aldatıyorlardı. İşleri eline aldı. (Ö. Seyfettin)
  • Eline ayağına kapanmak (sarılmak, düşmek): Birine çok yalvarmak: Koştu, genç Padişahın eline, ayağına kapandı. (Z. Hanhan)
  • Eline ayağına üşenmemek: Hamarat olmak, her türlü ayak işlerini gönülden yapmak.
  • (Bir kimsenin) Eline bakmak:
    1. Bir kimsenin yardımıyla geçinmek: Çalıştığı yerden aldığı maaşla hayatta geçinemezdi. Babasının eline bakıyordu geçinebilmek için. (E. Ş. Can)
    2. Ne getirdi diye gözlemek.
  • Eline, diline, beline sâhip olmak: Kötü işlerden, kötü sözlerden, günah ve haramlardan uzak durmak: Baba, âşığa, kötülükle bulunmaması, sırrını saklaması, eline, diline beline sahip olması için öğütte bulunur. (M. Öztürk)
  • Eline düşmek:
    1. Egemenliği, buyruğu altına girmek: Nitra kalesi de düşmanın eline düşmüştü. (Y. Öztuna)
    2. Yakalanmak: Bu kız kimin kızıydı? Haydutların eline nasıl düşmüştü? (M. Z. Korgunal)
    3. Birine muhtaç olmak: "Elbet bir gün elime düşersin" dedi.
    4. Rastlamak, tesadüf etmek: Çocuk iyi bir öğretmenin eline düştü.
  • Eline erkek eli değmemiş olmak: Kız, namuslu olmak: Annenize çok bağlı, dini bütün, eline erkek eli değmemiş, bugüne kadar hiçbir erkeğe iki satır mektup dahi yazmamış, güzel, hem de çok güzel bir kızsınız. (R. Ilgaz)
  • Eline eteğine doğru: Temiz, her türlü kötülükten uzak olan: Hatice köyün en güzel, eline eteğine doğru kızıydı. (R. Enis)
  • Eline eteğine sarılmak: Çok yalvarmak: Atından indi, İbrahim'in eline eteğine sarıldı ve ondan af diledi. (İmam Gazali)
  • Eline fırsat geçmek: İmkan bulmak: Eline fırsat geçti mi aynı şeyi yapacaksan, baştan niye ileri geri konuşuyorsun. (K. Arslanoğlu)
  • Eline geçmek:
    1. Kazanmak, edinmek, elde etmek: "Evi sattım, elime bin iki yüz lira kadar bir şey geçti." (Ö. Seyfettin)
    2. Rastlamak, bulmak: "Elime çotranın yanındaki bir balta geçti." (Ö. Seyfettin)
    3. Yakalamak: Süratle mevzi değiştirememiş ve düşman eline geçmişti.
  • (Birinin) Eline kalmak: Ondan başka yardımcısı olmamak: "Eğer yapabilirsen dua et. Buna ihtiyacımız olacak. Artık Allah'ın eline kaldık." (Z. Ergas)
  • Eline (elinize, ellerinize) sağlık: El emeğiyle güzel bir şey yapana söylenen bir övgü sözü: "Eline sağlık Gülsüm teyze! Her yemek ayrı bir lezzetliydi." dedi (A. Z. Muslu). Eline sağlık, resimlerin çok güzel olmuş. (A. Yakşı)
  • (Birinin) Eline su dökemez: Herhangi bir erdem bakımından ondan, karşılaştırılamayacak denli aşağı olan kimseyi anlatmak için söylenir: Nazan Hanım Mazhar Bey'in dengi değil, eline su dökemez. (O. Kemal)
  • Eline tutuşturmak: Karşısındakinin isteyip istemediğini düşünmeksizin verivermek: Çantasından el çabukluğuyla bir miktar para çıkardı. Adamın eline tutuşturuverdi. (Varlık yıllığı)
  • Eline yüzüne bulaştırmak: Bir işi gerektiği gibi yapamamak, başarısız olmak, becerememek: Basit bir görevi bile eline yüzüne bulaştırdı o beceriksiz! (A. Çelik)
  • (Bir yerden) Elini ayağını kesmek: Uğramaz olmak: Onun taşkınlıkları yüzünden herkes elini ayağını kesmişti mekândan. (C. Kavukçu)
  • Elini ayağını öpeyim: Çok yalvarırım, ne olur bağışla: "Kandırdı! Vallahi kandırdı beni! Elini ayağını öpeyim affet beni!" diye yalvarmaya başladı. (Ö. Gürdal)
  • Elini çabuk tutmak: Çabuk davranmak: "Aman Süleyman Efendi elini çabuk tut, durum kötü!" diye bağırdı. (E. Yel)
  • Elini eteğini çekmek: Uzun süredir yaptığı bir işi bırakmak, ilgisini kesmek: Hanedeki tüm günlük işlerden elini eteğini çekmişti. (G. Tiryaki)
  • Elini kalbine (vicdanına) koyarak (söylemek, düşünmek, hüküm vermek): Adaletten ayrılmayarak: Elini kalbine koyarak düşün bir yol: Bu tayini yerinde sayabilir misin? (H. F. Gözler)
  • Elini kana bulamak (bulaştırmak): Kan akıtarak adam öldürmek: Aldatıldığını düşünen bir astsubay elini kana bulamıştı yakın tarihte. (M. Savaş)
  • (Birinin) Elini kolunu bağlamak: Bir şey yapamayacak duruma getirmek: Kötülüğe asla yaklaşmadı, kötülerin elini kolunu bağladı. (Firdevsi)
  • Elini kolunu sallaya sallaya gelmek:
    1. Bitirmeye gittiği işten sonuç alamadan dönmek.
    2. Gerekirken hiçbir armağan ya da istenen bir şeyi getirmeksizin gelmek: Her sabah alacaklarını kendisine bir bir söylerlerdi ama o, gene eve elini kolunu sallaya sallaya gelirdi (H. F. Gözler). Ne getirdin ki, ne istiyorsun. Dün akşam yine elini kolunu sallaya sallaya gelmedin mi? (Karagöz - M. Rona)
  • Elini kolunu sallaya sallaya gezmek:
    1. Ortada görünmemesi gereken kimse pervasızca dolaşmak: Katiller, hırsızlar geziyor elini kolunu sallaya sallaya (O. Coşkun). Arandığını bilen birinin dönüp elini kolunu sallaya sallaya kendi evine gelmesi akıl kârı mıdır? (B. Eldem)
    2. Pervasızca, kimseden çekinmeden dolaşmak: Arkadaşım, o kadar patırtıdan sonra elini kolunu sallaya sallaya gezmekten çekinmemişti. (H. F. Gözler)
  • Elini kulağına atmak: Ezan okumak, gazel ya da türkü söylemek üzere elini kulak kepçesinin arkasına koymak: Durdu, yönünü kıbleye dönerek elini kulağına attı ve kısık sesle ezan okudu (A. Kurt). Elini kulağına attı mı dağları tepeleri bir yalım gibi sarardı sesi. O türküye başlayınca peşi peşine yanardı evlerin lambaları... (E. Kalkan)
  • Elini oynatmak: Gerektiğinde parayı esirgememek, para harcamaktan çekinmemek: Sayın banker Gürcan herhalde biraz elini oynattı ve işi bağladı. (M. İ. İsmetoğlu)
  • Elini sıcak sudan soğuk suya sokmamak: Evde hiçbir iş görmeden rahat bir yaşam sürmek, pek nazlı olmak: Gelini sayesinde elini sıcak sudan soğuk suya sokmuyordu. (Ö. Bay)
  • Elini (bile) sürmemek:
    1. Eliyle dokunmamak: Önündeki peynir ekmeğe elini bile sürmemiş, çayını hiç yudumlamamış. (A. T. Altıner)
    2. Bir şeyi kendine yakıştırmayarak yapmamak, tenezzül etmemek: Çocukluğundan beri para ve maldan öyle tiksindi ki, babasının mirasına elini bile sürmedi (N. F. Kısakürek). Dünyanın en büyük bestecisinin kullandığı piyanoya kendisini layık görmediğini söyleyip ona elini bile sürmedi. (M. Yenigün)
  • Elini taşın altına koymak: Bir konuda sorumluluk üstlenmek: Onun yaptığı görevde öyle Keramet mucize değildir. Yardıma muhtaç birini gördüğün zaman, elini taşın altına koyup yardım etmendir. (R. Tunca)
  • Elini uzatmak: Yardım etmek: Fakirlere, muhtaçlara her zaman elini uzatmıştı. (Z. Aygül)
  • (Birine) Elini veren kolunu alamaz (kaptırır):
    1. Birinin bir kimseden gördüğü yardımdan sonra daha büyüklerini istemesi: Baldırı çıplak takımı kanaatsizdir. Verdikçe isterler. Elini veren kolunu alamaz onlardan. (H. Kıyafet)
    2. Aldığını vermeyen daimî almak isteyenler için söylenir: Dedikodulara kulak verilmeliydi. Ona elini veren kolunu kaptırıyordu. (N. Kaya)
  • Elini vicdanına koymak: Doğru, yansız, hakça davranmak: Elini vicdanına koy ona göre kararını ver. (L. Kaleli)
  • (Bir şeyden) Elini yıkamak: O şeyden vazgeçmek: Politikadan elini yıkamış diyorlar.
  • Elinin hamuruyla erkek işine karışmak: (Kadınlar için) Beceremeyeceği işleri yapmaya kalkışmak: Hanım, ben elimin çamuruyla senin işine karışmayayım, sen de elinin hamuruyla erkek işine karışma! (H. E. Altay)
  • Elinin tersiyle itmek: Reddetmek, kabul etmemek: Muhteşem zenginliği elinin tersiyle itti. Anasız, babasız gurbette fakat kalbinde Allah ve Peygamber aşkıyla fakir ve bekar bir halde Uhud harbinde şehit olarak ahirete göçtü. (Celalin Penceresinden)
  • Eliyle koymuş gibi: Aramadan, kolayca: Saklananları nasıl ustaca, eliyle koymuş gibi bulduğunu sanki dünmüş gibi hatırlıyordu. (Ö. Bozgeyik)
  • Elle tutulacak tarafı (yanı) kalmamak:
    1. Sağlam bir yanı kalmamak: Pantolonu o kadar eskimişti ki, elle tutulacak tarafı kalmamıştı. (H. F. Gözler)
    2. Güvenilecek ya da kayırılacak bir yönü olmamak; hiçbir değerli yanı olmamak: Bir bahane ile özür beyan ederler. Ancak bahanelerin elle tutulacak yanı yoktur. (E. Ş. Arslan)
  • Elle tutulur gözle görülür: Çok belirgin, çok açık: Kötülükten korkmayacağız! Yoksa korkumuz, elle tutulur gözle görülür biçimler alır ve bizi her yerde bulur. (E. Y. Aslan)
  • Eller elinde kalmak: Yabancı elinde kalmak: Bu doğacak çocuğa kim bakacak? Zavallı yavrucak eller elinde kalacak... (İ. A. N. Sekizinci)
  • Eller yukarı!: (deyiminin anlamı) Ellerini kaldırarak teslim olunmasını emreden söz: Eller yukarı!.. Sırtınızı duvara dayayın, yoksa anam avradım olsun, vururum! (G. Gencer)
  • Ellerde gezmek: Elden ele dolaşmak: Alkışlarla gazetelerin baş sahifelerinde geçiyorlar. İsimleri dillerde, resimleri ellerde geziyor... (H. H. Göze)
  • Ellerim yanıma gelsin: "Allah canımı alsın!" anlamında bir inandırma sözü: Yalan söylüyorsam ellerim yanıma gelsin.
  • Ellerin dert görmesin: "Allah senden razı olsun" anlamında bir iyi dilek sözü: "Teşekkür ederim doktor, ellerin dert görmesin," dedi içten bir ses. (Ş. Ceviz)
  • Aldı sazı eline: Hiç kimseyi konuşturmadan konuşan kimseler için kullanılan bir söz: Başkan aldı sazı eline. Önce hükümetin sağlık politikalarını övdü. Sonra muhalefetin ne kadar çapsız olduğunu anlatmaya başladı. Ardından üniversitedeki muhalif öğrencilerin kifayetsizliğine geçti. Başkan susmuyor... (C. Kozanoğlu)
  • Ana baba eline bakmak: Ana ve babanın verdiği para ile geçinmek: Artık bir maaşı olacak; ana baba eline bakmayacak... (E. Atasü)
  • Baş elde iken: Ölmeden, yaşarken, sağken: Söyle bize derdini, baş elde iken! / Söyle bize, dost musun, düşman mı? (Ö. İnce)
  • Bıyıkları ele gelmek: Delikanlılık çağına girmek: Yavaş yavaş bıyıkları ele almağa başlamış. Dükkânı var, kesesinde parası var. Üstelik genç âlânın âlâsı, yerden bitmiş gibi. (A. S. M. Alus)
  • Bir eli yağda bir eli balda (olmak): Varlık ve bolluk içinde (olmak): Dünyası iyi olabilir. Bir eli yağda bir eli balda bir hayat sürebilir. İstediği her şey olabilir ama ya yaşamış olduğumuz dünya bizi cennete götürmüyorsa... (B. İşliyen)
  • Bir elini bırakıp ötekini öpmek: Aşırı saygı göstermek: Hürmetten gözü döndüğünden midir, adamın bir elini bırakıp ötekini öpüyordu. (İ. O. Anar)
  • Bir elle verdiğini öbür elle almak: Yapar göründüğü bir iyiliği, sağladığı bir çıkarla ödetmek: Zira alınan vergi miktarı kadar bir harcama yapılırsa hükümet bir elle verdiğini diğer elle geri almış olur. (İ. Ü. Maliye Ens.)
  • (Bir işin) İpleri birinin elinde olmak: O kimse tarafından yönetilmek: Aynı lisanı konuşmamıza, aynı isimlere sahip olmamıza, aynı toprağa vatan dememize rağmen, bunların ipleri kimin elindeydi bilemedik. (A. F. Bak)
  • (Birinin) Pasaportunu eline vermek: Kovmak, işten atmak: Bir tanesi geçenlerde bir halt etmeye kalkmıştı, kimseye sormadan pasaportunu eline verdim, attım dışarı. (M. Yesari)
  • Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpmek: Saygı ve sevgi göstermek: Kardeşlerime, soranlara, köylülerime bol selam ederim. Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim. (V. Sağlam)
  • Çoluk çocuk elinde kalmak: Deneyimsiz, çok genç kişilerin eline geçmek: Şairler kitap çıkarmaz oldular. Yeni neşriyat çoluk çocuk elinde kaldı. (K. Tahir)
  • Delinin eline değnek vermek: Kötülük yapabilecek bir kimsenin davranışlarını kolaylaştırmak: Sen bu hareketinle bile bile delinin eline değnek veriyorsun. (H. F. Gözler)
  • Dizginleri ele almak: Yönetimi ele geçirmek: Oğlunun müesseseyi yürütemeyeceğini anlayan baba, yeniden dizginleri ele almaya mecbur kaldı. (N. Muallimoğlu)
  • (Bir işe) Dört elle sarılmak (yapışmak): Bir işe büyük bir özen ve önem vererek girişmek: Oğlunun rahatsızlığına şahit olan anne, onu iyileştirmek istedi. Dört elle sarıldı oğlunun işlerine. (Ş. Asal)
  • Dümeni elinde tutmak: Yönlendirici durumda olmak: Dümeni elinde tutabilecek olan sadece devlettir. (R. Nazlı)
  • (Bir şeyin) Dümenini elinde tutmak: Yönetmek, istediği yöne doğru götürmek: Hayat dümenini elinde tutan kudret sahibinin önümüze serdiği hikmet sahnelerini ömür boyu unutmamız mümkün değildi. (H. Ertuğrul)
  • Dünyadan el etek (elini eteğini) çekmek: Bir kenara çekilip çevresiyle ilgisini kesmek, toplumun yaşayışına karışmamak, dünya işleriyle ilgilenmez olmak: Dünyadan elini eteğini çekmiş bir zahidim ben! diye cevap verdi. Hiç kimsenin işine karışmıyor, burada kendi halimde yaşıyorum... (E. Sarı)
  • İki eli (birinin) yakasında olmak: Kıyamette ondan davacı olmak: Hele kızımı bir ağlatsın da bak. İşte o zaman iki elim yakasında. (E. Örgen)
  • İki eli böğründe kalmak: Çaresiz kalıp ne yapacağını bilememek: Eli boş, cebi boş, iki eli böğründe kalınca büyük bir pişmanlık duydu... (Ali Raşit Bey)
  • İki eli (kızıl) kanda olsa: "Elindeki iş ne kadar önemli olursa olsun, ne kadar meşgul olursa olsun" anlamlarında kullanılan bir deyim: Başın dara düşerse, iki elim kanda olsa gelir bulurum seni, bunu da bil. (B. Öner)
  • İki eli şakaklarında düşünmek: Derin derin düşünmek: Gözleri kaynayıp kaynayıp boşalıyordu. İki eli şakaklarında düşünüyordu. Ne yapacaktı, ne yapmalıydı? (Folklor/edebiyat)
  • İki eli yanına gelmek: Ölmek: Girdim ki içeriye iki eli yanına gelmiş yatıyor otel odasının dört topuzlu karyolasında. Omuzlarına kadar çarşafla örtülü, gözleri kapalı. (O. Seyfi)
  • İki elim yanıma gelsin!: Doğru söylendiği kanıtlanmak istendiğinde "öleyim ki doğru söylüyorum" anlamında kullanılan bir söz: Sırtım teneşire, iki elim yanıma gelsin, onun bana baktığı gibi dünyada kimse kimseye bakmamıştır. (S. Derviş)
  • İnisiyatifi ele almak (geçirmek): Karar verme yetkisini kullanmak: Hükümet inisiyatifi ele aldı, karar mercii biziz, dediler. (A. Tuzcu)
  • İnsan eli değmemiş (dokunmamış): İnsanın müdahale veya tahrif etmediği yer: Yabani elma ağaçlarının oluşturduğu doğal ortam insan eli değmemiş bakir bir güzellikteydi. (İ. Savaş)
  • İpi (birinin) eline geçmek: Yönetimi başkasının eline geçmek, kontrolü başkasının elinde bulunmak: Kendisini bir kukla gibi hissediyordu. İpleri başkalarının eline geçmişti. (H. Yeşilyurt)
  • İşten el çektirmek: Görevden uzaklaştırmak: Ooo kırdığı ceviz bini aşmış meğerse. Hem de pervasızca alıyor paraları. Yakalattım bir gün ansızın. Mahkeme işten el çektirdi. (Ö. F. Toprak)
  • Kapanın elinde kalmak:
    1. Çok istenir ve aranır olmak: Bizim çiftçiler, bu arabaları pek sevmişti. Kapanın elinde kalıyordu. (K. Has)
    2. Bir şeyden ancak çabuk davranabilenler yararlanmak: Çuvallarla unlar, şekerler dağıtıldı. Kapanın elinde kalıyordu her şey. (B. Günel)
  • Kitaba el basmak: Dininin kutsal kitabı üstüne elini koyarak yemin etmek, ant içmek, Müslümanlar için Kur'an-ı Kerim'e el basmak: Tuz-ekmek öptü, "Kelleci benim oğlum" diye kitaba el bastı. (K. Tahir)
  • Maşa varken elini yakmak: Bir işten gelebilecek zarardan kendini koruyacak bir yol varken o yolu tutmamak: Borcunu vermiyorsa, niye sık sık onun ayağına gidip kendini üzüyorsun? Ver mahkemeye olsun, bitsin. Maşa varken niye elini yakıyorsun? (N. Muallimoğlu)
  • Olmuş (pişmiş) armut gibi eline düşmek: Emeksiz ve zahmetsizce eline geçmek: Liderleri ortadan kaldırılırsa halk apışıp kalır, ülke de pişmiş armut gibi eline düşerdi.
  • Öp babanın elini: (teklifsiz konuşmada) Beklenmedik, elverişsiz bir durum karşısında "Hadi bakalım, şimdi ne yapacağız?" anlamında söylenen bir deyim: Şimdi oraya kadar taban tep, bir de bak ki evde yoklar, öp babanın elini!.. (M. Yesari). — Siz seyahat edemezsiniz. Benimle beraber karaya çıkacaksınız ve tutuklusunuz, dedi. — Öp babanın elini! (H. İ. Dinamo)
  • Post elden gitmek:
    1. Öldürülmek.
    2. Bulunduğu yüksek makamdan ayrılmak zorunda kalmak: Ne olursa olsun, yeter ki post elden gitmesin diyerek sandalyelerini, koltuklarını sağlamlaştırmak için, milletin gözünün kapalı kalmasına çalıştılar. (Ahmet Cevdet Paşa)
  • Sağ eliyle sol kulağını göstermek: Kısa yoldan yapılacak bir işi dolambaçlı yollardan geçerek yapmaya çalışmak: Bu iş çok kolay, ama sen sağ elinle sol kulağını gösterircesine işi yokuşa sürüyorsun. (N. Muallimoğlu)
  • Sakalı ele vermek (kaptırmak): Başkasının sözünden çıkmayacak bir duruma düşmek: Hoca: "Herif adamakıllı sakalı ele vermiş... Göreceksiniz bu karı, patron olacak, hepimizi susturacak!" diyordu. (R. N. Güntekin)
  • Sol eli beklemek: (şaka yollu) Yemeğe beklenilen birine, yemeğe başlandığını anlatmak için kullanılan bir söz: Haydi, sol elimiz bekliyor, daha fazla geç kalmayın. (H. F. Gözler)
  • Tek elden: Bir yerin veya bir merkezin kumanda ve yönetimi altında olarak: Her şey nizam içinde, karışıklık yok, kainat tek elden çıkmış ve tek elden yönetiliyor. (A. E. Kavaklı)
  • Teşebbüsü ele almak: Öne atılıp bir işi yönetmeye başlamak: On dakika geçti geçmedi, teşebbüsü ele aldım ve binlerce lehtarın amigoluğunu yapmaya başladım. (Ş. Onay)
  • Tezkeresini eline vermek: İşine son vermek, kovmak: Böyle devam ederse tezkeresini eline verecekler.
  • Ver elini ...: Ansızın verilen bir kararla yola çıkıldığını anlatan bir deyim: Bir sabah düşeriz yola, ver elini İstanbul. (Y. Bahadıroğlu)
  • Yakayı ele vermek: Kaçamayarak ele geçmek, yakalanmak: "Hırsızlık için girmiş ama yakayı ele verdi." dedi adam, karısına. (M. A. Akyürek)
  • Yuları birinin eline vermek: Bir kimsenin davranışları birinin denetiminde, yönetiminde olmak: Düşünmeyip kalbinin yularını şeytanın eline vermiş kişiler bunu idrak edemezler. (E. Urcan)


El ile ilgili birleşik kelimeler


  • El altından: Gizlice, gizliden gizliye: Herkes el altından iş becerir, bilakis biz ne yapmak istersek açığa vururuz. El altından yine ne yapıyorsunuz, biz de anlayalım. (Halkbilgisi)
  • El çabukluğu:
    1. Bir işi başkalarının gözü önünde ve onlara sezdirmeyecek kadar çabuklukla yapabilme becerisi: El çabukluğuyla çantasındaki boş zarfı çıkarıp adamın iç cebindeki zarfla değiştirdi. (Ç. Babacan)
    2. Bir işi çabuklukla yapabilme ustalığı: Her zamanki el çabukluğuyla yatağı ve odayı toparlayıp çoktan kahvaltı hazırlamaya başlamış olan Gülcan, mutfaktan seslendi... (P. Selek)
  • El değmemiş: Hiç kullanılmamış: El değmemiş adalar var o denizlerde, küçük küçük, kimsenin olmamış adalar... (Z. Selimoğlu)
  • El emeği göz nuru: Yapımı uzun zaman alan ve çok emek isteyen iş, el işi göz nuru: O sandığı, el emeği göz nuru işlenmiş danteller süslerdi. (A. Z. Muslu)
  • El kiri: Kolayca vazgeçilir, atılır (şey): İnsan şerefiyle yaşamalıydı. Mal dediğin el kiriydi, bugün vardı yarın yoktu. İnsan arıyla namusuyla çalışır, helâlinden para kazanır zengin olabilirdi. (İ. Sarıibrahimoğlu)
  • Elden düşme: Az kullanılmış ve sahibinin elinden ucuza alınmış (eşya): Bir de elden düşme keman bulursam, kemana başlayacağım. (D. Özgüden)
  • Elden ele: Bir kişiden diğerine: Gemiciler, güvertede duran büyük içme suyu fıçılarından birinin önüne dizilmişler, su kovalarını elden ele geçiriyorlardı. (H. Melville)
  • Eli açık: Cömert, rahat para harcayan: Bol gönüllüydü, eli açıktı. Vermeyi, paylaşmayı severdi, elindekini, avucundakini. (Ö. Temel)
  • Eli ağır:
    1. Yavaş iş gören: Eli ağırdı ama, hiç durmadan ve ara vermeden çalışırdı. (A. Nesin)
    2. Vurunca çok acıtan (kimse): Boyu küçücüktü ama küçük olmasına karşın eli ağırdı, vurdu mu yere yapıştırırdı (Y. E. Doğan). Eli ağırdı. Vurduğu yerden ses getiriyordu. (F. Baykurt)
  • Eli ayağı düzgün: Vücutça kusursuz, sakat değil: ... sonra yükü ağırlaşınca, karı koca her ikisi birlikte Allah'a "Eğer eli ayağı düzgün sağlıklı bir çocuk verirsen sana şükredenlerden olacağız" diye dua etmişlerdi. (Araf Suresinden)
  • Eli bayraklı: Şirret, edepsiz, kavgacı: Hem ne hoş... Bu işin batakçı defteri, eli bayraklı kadınları da yok. (Ö. Seyfettin)
  • Eli belinde: Kavgaya hazır, kavgacı, şirret, çaçaron (özellikle kadınlar için kullanılır): Zinnur'da da numara çok. Bazen eli belinde bir çingene, bazen al yanaklı köylü güzeli olurken bakarsın bir gece hanım hanımcık namuslu aile kızı pozlarında gönülleri fethetmektedir. (M. Anıl)
  • Eli boş: O sırada işi olmayan: Duvarda asılı gaz lambasının fitili yukarı sürülmüş, kendisi de lambanın tam altına düşen mindere yerleşmişti gömülü taş gibi. Bir iş görmüyordu, eli boştu. (Ş. Aydemir)
  • Eli çabuk: Çabuk iş gören: Atom karınca gibidir. Zorluk karşısında kolay pes etmez, erkeklerin çalışacağı işlerde çalışır. Hızlıdır, eli çabuktur. (S. Çetiner)
  • Eli düzgün: Elinden iyi iş gelen: "Sanatında mahir, eli düzgün bir terzi olsa elbisemin pamukla beslenecek noktalarını güzelce tayin etse bu vücut mum gibi olur," diye terzilere düşnamda bulunuyordu. (H. R. Gürpınar)
  • Eli geniş: Geçimi yolunda olan, cömert: Dileğini elde etmek zenginliğe bağlıdır. Miknetle güçlüdür ve büyük zengin olduğu için de eli geniştir ve altını boldur. (O. Ş. Gökyay)
  • Eli hafif: (Cerrah, dişçi, berber gibi, işleri insanın vücuduyla ilgili bulunan kimseler için) Acıtmadan, tedirgin etmeden iş gören: Kadının eli hafifti ama, iğne içindeki ilaç yakıcıydı. (O. Kocamaz)
  • Eli koynunda: Kimsenin işine karışmaz zararsız: Issız bir yerde eli koynunda, saçı sakalı bir birine karışmış, yalnızca dişleri ve gözleri ağaran bir adama dönüştü. (H. Erdem)
  • Eli kulağında: Neredeyse olacak, pek yakında olması beklenilen (şey): "Göreceksin, çok yakında olacak, eli kulağında", diyordu. Eli kulağında bekliyorduk ama olmuyordu bir türlü. (T. Yücel)
  • Eli mahkum: Zorunlu, mecbur: Yaşarken bitmese de bu mahpusluk / Eli mahkum bitecek / Ayrılınca bu candan... (H. A. Doğrusözlü)
  • Eli maşalı: Şirret, edepsiz, belalı (kadın): Açmış ağzını, yummuş gözünü, eli maşalı bir mahalle karısı gibi bağırıyordu müşterinin üzerine. (B. Başarır)
  • Eli sıkı: Cimri, hasis: Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun. (İsra Suresinden)
  • Eli sopalı: Gücüne güvenerek hükmü altında bulunanlara söz hakkı ve davranış özgürlüğü tanımayan, zorba, despot: Eli sopalı komünist idarecilerin hiç bir insani harekete tahammülleri yoktur. Onun için de böyle kıpırdanışlar çok sert şekilde bastırılır. (N. Hacıeminoğlu)
  • Eli şakağında: Düşünceli, kaygılı: Masasına gömülmüş, bir eli şakağında bunları düşünüyordu. (H. Adıgüzel)
  • Eli uz: Usta, belli bir işte becerikli: Doğumun yaklaştığı zamanlarda, ağzı dualı, eli uz ve temiz ebeler çağırılırdı. (S. B. Akbaş)
  • Eli uzun:
    1. Fırsat buldukça öteberi aşıran: Eli de uzundur bunun, her ayın hesabında yüz kuruş, yüzelli kuruş açığı çıkıyor (A. İlhan).
    2. Çok uzaklara müdahale edebilen, imkanları bol olan: Karşı gelirsen padişahımızın eli uzundur. Şu gördüğün altı tuğun birisini sana gönderip katlini ferman eylese, ne yapabilirsin? (E. Subaşı). Devletin eli uzundur, her yere yetişir, devletin kulağı deliktir, her şeyi duyar. (M. Uzun)
  • (Bir işte) Eli yatkın: Ellerle yapılan işlerde becerikli: Çocuğu bir görseniz eli yatkın, eli çabuk, eli uzdu; eli uzun değildi. Eli hafifti, eli işte gözü oynaşta olacak birine benzemiyordu. (A. Karaağaç)
  • Eli yordamlı: Eli işe yakışır, yatkın: Sultan'ın öteden beri eli yordamlı bir bahçıvan aramakta olduğunu biliyordu. (Z. Gökalp)
  • Eli yüzü düzgün: Yüzüne bakılır, güzelce: Ev sahibi olan hanımın bekar bir de oğlu vardır. Helal süt emmiş, eli yüzü düzgün, namuslu bir kız aramaktadırlar. (İ. Sarı)
  • Eline ağır: Elinden çabuk iş çıkmayan: Eline ağır dikişçiden, ayağına çabuk dilenci yeğdir (Atasözü)
  • Eline çabuk: Eli çabuk iş gören: Eline çabuk ve bir o kadar da maharetliydi. Kalıbın üzerinde gezindi. Ne bir açıklık ne de bir çaplık vardı. Beklediğinden de iyi bir usta bulmuştu. (M. İsfahan)
  • Elinin altında: Her zaman kolayca alınıp kullanılabilecek yerde ve yakınlıkta: Nerede olursan ol elinin altında ulaşabileceğin bir kitap olsun. (N. Gün)
  • Elinin (öllüğün) körü: (hakaret) Söylenen şey beğenilmediği zaman kullanılan azarlama yollu verilen karşılık: "Bir de, o dertte ne istiyorsunuz diye soruyor. Elinin körü be adam, iş için geldiğimizi anlatamadık mı?" (A Karaağaç). "Hayırlı bir iş için gelmiş. Bizim kızı istermiş." "Hangi kızı?" "Elinin körü... Kaç tane kız var bu evde?" (M. Özgen)


Ayrıca bakınız:
El (uzuv) ile ilgili atasözleri ve anlamları
El (yabancı) ile ilgili atasözleri ve anlamları
El (yabancı) ile ilgili deyimler ve anlamları
( 6 soru/yorum )

Soru ve Yorumlar: 6


Anonim:
Sağolun.
1/1/16 22:00
Bukalemın:
sağolun çok işime yaradı
14/2/16 12:19
admin:
beğenmenize sevindim.
14/2/16 19:04
blueblog:
hiçbir istediğimi bulamadım teşekkür ederim resmen
13/10/16 17:10
Anonim:
Çok teşekkür ederim. LOL
2/9/18 19:21
Anonim:
Çok sağolun çok işime yaradı.
2/10/20 20:42